PEMBEGUL ABLA MELBOURNE

PEMBEGUL ABLA MELBOURNE

02 December 2025 Tuesday

BALIK AVLAMA SANATI

BALIK AVLAMA SANATI
0

BEĞENDİM

ABONE OL

En son balıkçıdan taze diye aldığım balık eve getirip hazırlamaya başlayacağımda o kadar çok kötü kokuyordu ki, bayatmış, feci şekilde tiksinme geldi, çöpe attım. Param boşa gitti, bir daha asla balıkçıdan balık almayacağım, taze balık yemeyeceğim diye kesin kararımı verdiğim günlerde Allah halime acıdı, Allahualem.

Kıymetli aile ahbabımız başarılı balıkçı Erdem aradı “abla birçok taze balık tuttum, size de vermek istiyorum, taze balık sever misiniz?” dedi. Bu güzel teklife itiraz edilir mi, hemen atladık akşam vakti onlara gittik. Kocaman kocaman bir sürü Snapper balığı yakalamış, herkesin payını ayırmış, bizim payımızı verdi. Taze yakalanmış balık yiyeceğimiz için çok sevindik, bize birçok balık hediye etti, parasını vermek istedik, kabul etmedi. Bu satırlarda Erdem’e tekrar teşekkürlerimi sunuyorum. Ardından çok sevgili ev sahibesi bize çay teklif edince hiç itiraz etmedik oturduk, kaldık. Ne güzel, saatlerce balıklar ve avlama teknikleri hakkında konuştuk.

   Daha düne kadar eline oltayı alıp denize balık avlamaya gitmeyi alelade kolay işlerden olarak biliyordum. Erdem’le konuştukça balık tutmanın da çok özel bir sanat olduğunu, çok inceliklerinin olduğunu anladım. Konuşmalarımızda aldığım notlarımı sizlere aynen aktarıyorum.

   Melbourne’den çıkıp Geelong’dan daha ötelere doğru olan istikamette birçok yere balık tutmaya gidiyoruz. Bu işi seven ve çok uzak yerlere oltasını alıp gelen Türk asıllı yaşlı veya genç çok balıkçılar var.  Balık tutmayı öğrenmenin bildiğim bir okulu yok, herkes en yakınından arkadaşından ahbabından oltanın büyüklüğünü, hangi yemin nasıl bağlanacağını, öğrenip bu yollara düşüyor. Havalar güzel olduğunda bazen ailecek balığa gideriz. Yorucu geçen bir haftalık iş hayatından sonra yağmura fırtınaya aldırmadan balık tutmaya gitmek insana iyi gelir, denize bakarken kafayı dinlersin. Bazen bir gün bazen birkaç gün balık tutmaktan eve gelemeyebiliriz. Bunun için de küçük bir el arabasında oltalarımız, balık yemi, kova ve kendi yemek ve sıcak soğuğa karşı kıyafetlerimizle hazırlıklı gideriz. Bu işe başlamak isteyenler için balık lisansı olması gerekiyor, internetten alabiliyorsunuz, değilse izinsiz balık tutmanın cezası olabiliyor. Olgunlaşmamış küçük balığı avlamak da yasaktır, standardı var.

   Okyanusun kenarlarında önceki tecrübelerimizden öğrendiğimiz balıkların sıklıkla geldiği özel avlanma yerlerimiz vardır. Mümkün olduğunca o köşelere yerleşmeye çalışırız, düzenimizi kurarız. Balık yemini oltaya güzelce yerleştirip oltayı okyanusa fırlattıktan sonra balık geldiğinde “zzz” diye oltadan gelen ses insanı çok heyecanlandırır, o anda oltayı idare etmeyi iyi bilmek lazım, yoksa balık misinayı kırıp kaçıp gidebilir. Bir seferinde kocaman bir balığı son anda misina koptuğu için elimden kaçırdım. Biz başka balıkları tutmaya çalışırken denizin suyu çekildi, kaçırdığım gayet kilolu balığı kayalıkların arasında beni bekler vaziyette bulduğumdaki sevincimi anlatamam, “kısmetimmiş” deyip ellerimle yakaladım.

    Avustralya sahillerinin en lezzetli balığı Snapper (Türkçe karşılığı Mercan balığı imiş) genelde 9-10-11’inci aylarda avlanır. Ama balıkçıların diğer gözdesi Travalli balığıdır. Eti çok lezzetlidir. Büyük balıklar için yanımızda büyük olta bulundurmakta gerekir. Bazı açık göz balıkçılar sıralanmış bekleyen balık avcılarının oltasının üzerine doğrudan oltasını atıp karışıklık yapmayı denerler. Öyle zamanlarda acemi gibi görünen ama bütün ekipmanını kitap gibi yerleştirmiş görünen kurnaz balıkçıları hemen makasımızı göstererek “dikkat et, oltanı keseriz” diye uyarırız. Balık tutmayı beklerken yan yana olduğumuz Türklerle çay içip sohbet de ederiz.

   Karı-koca veya nişanlı veya iki arkadaş her türlü insan balık tutmaya gelir. Herkesin balık tutmaya geldiğinde farklı sebepleri vardır. Bazen insana en büyük balığı avlayacağım diye hırs gelir beklersin. Bazıları belli aralıklarla hobi olarak bu işi yapar, bazen de evde oturmamak ve hareket etmek yani spor yapma niyetiyle balık tutanlar vardır.  Bu işte insanın şansı her zaman yaver gitmez, eve eli boş dönme ihtimali de olabilir. Balık tutma işimiz bazen Ramazan ayına denk gelir, arkadaşlarla orucumuzu oltaları beklerken açarız, balık tutmak güzel bir terapi de. Bilhassa gençleri kötü yerlere veya yollara gitmekten alıkoyar. Sevdiğiyle balık tutmaya gelende çoktur.”

   Sevgili Erdem ve eşi balık tutma işlerini ballandıra ballandıra öyle güzel anlattılar ki ilk fırsatta bir olta alıp kendi balığımı tutmaya heveslendim.

Pembegül Abla     

Devamını Oku

OKU- DAVETİYE

OKU- DAVETİYE
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Yılbaşı’na yaklaştıkça her yerden düğün davetiyesi gelmeye başladı. Memurlara, işçilere herkese tatillerin bolca olduğu güzelim yaz günlerinde gençler bir ihtimal evlenmek için bir sene önceden hazırlıklara başladılar. Acilen evlenen neredeyse hiç yok gibi, salon tutmalar, gelinlik, damatlık kıyafetler, çalgı, çengi, davetiyeler derken çeşitli telaşlarla o bir yılda hemen geçip gidiyor. Bu yazım vesilesiyle yeni evlenecek gençlerimizi şimdiden tebrik ediyorum, hepsine mutlu bir evlilik hayatı diliyorum.

    Son zamanlarda Melbourne de düğünler için hazırlanan davetiyelerin şekli şemalı baya değişti, davetiyeler tanınmaz okunmaz hale geldi. Çünkü davetiye diye verilen karttan kâğıdı önce “scan” yapmak gerekiyor ki davet kimden, nerede, ne zaman okuyup öğrenesiniz. Hadi scan yapmayı bilen gençler yaptılar oldu, ya bilmeyenler ne olacak. Bizim köyde “oku” demek düğün davetiyesi demekti.  Biz eşimle evleneceğimizde (doğduğum köyde evlendik) Dinar’a gittik, şöyle pembe renkli, kalpli, ışıldak bir düğün davetiyesi seçip köylülerimize yetecek sayıda bastırdık, her eve dağıttırdık. Sen misin kâğıda davetiye bastırıp yollayan, köyün diline düştük. Efendim “bir kağıt parçasıyla düğüne davet mi olurmuş… köye yeni istillah (adet) mi çıkarmışız… bu ne biçim bir okuymuş…falan diye hoşnutsuzluklar oldu ama zamanla herkes zarfa konulmuş şık davetiyelere alıştı. Çocukluk yıllarımızda “oku”nun çok kımetli, önemli bir manası vardı. Düğün sahipleri çarşıdan bir çuval el havlusu ve renkli yazmalar alır bütün köye önem sırasına göre tek tek dağıtılırdı ve insanlara düğünün ne gün olacağı sözle söylenirdi, düğüne davet böyleydi. Ardından kız ve oğlan evi en yakınlara hala, teyze, amca, dayı gibi çok yakınlara düğüne davet için kumaş veya gömlek gibi şeyler alıp hediye ederlerdi. Bunlarda oku’dan sayılırdı. Herkes kumaşını elbise diktirir, beyler gömleğini giyer düğün havasına girerdi. En yakınlara bu tür hediyeler alınmaması düğünü protesto edip gitmemeye sebep olabilirdi. Yani eskiden kâğıttan davetiye kültürümüz yoktu. Şu anda köylülerimiz hem el havlusu veya yazma yani baş örtüsüyle hem de kağıda yazılmış süslü davetiyelerle davetlerini yaptıklarını gördüm. Herkes okusunu alınca filancanın düğününden hatıra diye saklar veya alıp kullanırdı. Şimdiki düğünler resepsiyonlarda çok pahalıya mal olduğu için genelde davetiyelerde çok ayıp şeyler yazılı. Hem düğüne çağırırlar hem de “bu davetiye bir kişiliktir” gibi sayı sınırı koyarlar, ailecek bu mutlu güne katılamazsınız.  Davetiyedeki bu rakam yüzünden bütün ev halkı her düğüne gidemez. Oysa köylük yerlerde düğüne gelecek insan sayısına asla bir sınırlama konmaz. Bilakis varsa bütün sülaleden herkes düğüne davetlidir. Halen bizzat şahit oldum, unutan varsa diye hoparlörden düğün bangır bangır bütün köye anons edilir.  Gezici aşçılar tutulur, kocaman kazanlarla bütün köye yetecek yemekler pişirilir, sofralar kurulur vee herkese çorbasından etlisinden, tatlısından, salata ve turşusundan bol bol dağıtılır. Öyle ki köyün düğün yemeklerinden köyün köpekleri dahi doyarlar. Yani düğün sahibi fazladan bir kişi gelecek diye hiç endişelenmez, kimseye sen gel diğerleri gelmesin demez yani, çok ayıp.

    Melbourne de ki çoğu düğünler için dağıtılan davetiyelerin ayıplarından bir diğeride davetiyenin altında bir yerlere “sakın çocuk getirmeyin” yazarlar. Bana göre çok ayıp bir ibare. Buralarda herkesin akrabası yakını yokken böyle yazılı bir davetiyeyle adet yerini bulsun gibisinden dolaylı olarak “siz gelmeyin” dercesine çocuklu insanları haşince cezalandırırlar, ayrıştırırlar, çok utanç verici bir davet şekli. Çocuklar güzel elbiselerini giyip düğüne gitmeyi severler yani. Oysa okuyla gittiğimiz köy düğünlerine çocuklar, nineler, dedeler herkes davetlidir, herkes yemeğini yer, oynayanları seyreder veya oynarlar, takılarını takıp neşeyle evine giderler. Hele bir davetiyeni altına “hediye getirmeyiniz, para takınız” yazmışlar ya “pes” dedim. Parası olmayan düğüne gelmesini açıkça yazmışlar gibi geldi bana, çok ayıpladım.

   Seksenli yıllarda Çankırı ilimizin bir köyünde görevliyiz. Kapıya bir köylü geldi, cebinden çıkardı elimize bir şeker verdi, devamı yok. Ne olduğunu neden olduğunu anlayamadık. Köylü gülerek “hafta sonu düğünümüz var, buyurun gelin, bu şeker düğün için” dedi. Meğer oraların davetiyesi de şeker dağıtarak oluyormuş, aldık kabul ettik.

   Hep beraber mutluluğun paylaşıldığı, tebrik ve duaların yapıldığı güzelim düğünlerimizi de davetiyelere yazdıkları emirlerle icabet edilemez şekilde zor hale getirdiler diyecektim, ne dersiniz?                                

Pembegül Abla

Devamını Oku

RÜYAMI HAYRA YOR

RÜYAMI HAYRA YOR
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Çok etkilendiğim herhangi bir rüyamı anlatabileceğim, rüyamı güzel güzel hayırlara yoracak, bana açıklayacak bu ilimden anlayan bir alimimiz olması ne güzel olurdu. En basitinden kâbus gördük diye endişelenip boşu boşuna meraklanmaktan kurtulur biraz sevinirdik diye düşünüyorum. Misal, annemlerin zamanında insanlar gurbet ellerde telefon olmadığı için haberleşemiyorlardı, sevdiklerinden her an haber alamadıkları için ruh haletleri şimdikilerden çok farklıydı. İnsanlar çokça rüyalarına sığınır, rüyalarını hayra yora yora yaşar giderlerdi. Bilhassa ölmüş yakınlarını rüyasında görenler “hayırdır İnşallah” diyerek mevtasına Rahmet okurdu.

   Müslümanlar arasında rüya yorumu, rüyayı tabir etme inanışı vardır.  Rüyalar başlı başına önemli bir bilim dalı araştırma konusudur bence. Başta Kur’an-ı Kerim kitabımız bize rüyaların yorumlandığından yani rüyada görülen sembollerin hepsinin mana aleminde bir açıklaması olduğundan bahseder. Rüyaların tabirini bilen birisi tarafından sahibine açılandırdığından, gelecekle ilgili bilgi kırıntıları olduğundan veya kişinin geçmişiyle alakalı takıntılarından bilgilere işaret olduğunu anlıyoruz. Ne ki rüya görmediği halde görmüş gibi anlatan birisi hakkında sevgili Peygamberimiz “yalancılardan olur” diyor. 

   Uzun yıllar rüya tabirlerine çok merayım var diyeyim. Rüya tabirleriyle alakalı kitapları okumayı severim, birçoğunu ezberledim ama o kadar bilgiye rağmen kendime yeterlik tabir yapabiliyorum. Rüya tabirinin nasıl yapılacağını Sevgili peygamberimiz bize çok güzel açıklamış. Şöyle ki rüyalarınızı herkese anlatmamalısınız, hele karamsar kötü yorumda bulunma ihtimali olan birisine sakın anlatmayın. Rüyalarımızı anlatmaya başlamadan önce Yüce Allahtan hayırlı olmasını dilemek elzemdir. Rüyanızı anlatacağınız insanın da dinlemeden önce “hayırdır İnşallah” diye iyi dilekte bulunarak rüyayı dinlemeye başlamalıymış. Korkulu bir kâbus bile görseniz onu hayra yormak iyimser olmak gerekiyor, böylece rüyamızın memnun olacağımız şekilde tecelli edeceğine inanırız. Endişe ettiğiniz bir rüyanızı da kimseye anlatmazsanız o rüya yorumlanmamış olacağından rüya olarak kalır. Rüyalar yorumlandıktan sonra “Allahualem, her şeyin doğrusunu Allah bilir” diye rüyalara bakarak bir şeye karar vermek doğru olmayabilir, yani rüyalarla amel edilmez diye de uyarılar vardır.

   Biraz da kendim bizzat yaşayıp tecrübe ettiğim rüya tabirlerinden misaller vereyim bakalım.

  • Upuzun ip veya yumak görmek, uçak görmek yola gidileceğini haber verir, ipler renkli olduğunda farklı yerlerde gezilecek manası çıkabilir.
  • Kendinizin veya başka bir yakınınızda saç görmek hastalıkla tabir edilir. Saçın uzun veya kısa olması hastalığın şiddetini veya süresinin sembolüdür
  • Rüyada temiz berrak deniz görmek veya denizde yüzmek çok faydalı ilimdir.
  • Rüyada çay veya sofra görmek umulmadık bir yerden sofranıza misafir gelir veyahut siz bir misafirliğe gidersiniz size ikram edilir le tabir olur.
  • Rüyada bıçak görmek birisine sert konuşacağınızdan tabir olur.
  • Rüyada silah görmek bana hiç iyi çıkmaz, hep hoşlanmayacağım kötü bir haber olarak çıkar.
  • Rüyada araba, kamyon gibi bir araç görmek işleriniz yolunda gidecek kazancınız bereketli olacak diye yorumlanır
  • Polisli veya kar yağmış rüyalarım her zaman hastalık manasında çıkmıştır
  • Rüyada taze üzüm görmekte ya sevinçten veya üzüntüden göz yaşı olarak çıkıyor.
  • Rüyada, affedersiniz insan pisliği görmek genelde umulmadık yerden elinize geçecek toplu para olarak tabir edilir.
  • Rüyada erkek çocuğu görmek sevineceğiniz bir haber almaya, kız çocuğu görmek evde ve kazancınızda bereket olacağına işaret eder.
  • Rüyada köpek sadık dostu işaret ederken kedi görmek birisiyle tartışma olacağının sembolüdür.
  • Kaplumbağa hayırlı uzun ömürle tabir olurken at görmek muradın neyse olacak manasına tabir edilir.
  •  Benim rüyalarımda hamur veya hamurlu bezeler genelde hayra alamet olmaz, birileri oturur başına gelen olumsuzlukları anlata anlata beni üzer, hamur ve topakları karşılığı laftır.
  • Çok üzüldüğüm zamanlarda her zaman sanki teselli verir gibi Rahmetli annem rüyama girer, onu görmek bana moral olur kendimi iyi hissederim. Sıkıntılı anlarınızda mevtalarımız rüyalarımıza gelebilirler, bizlerde onlara Rahmet okuruz
  • Rüyada yumurta görmek birisinden hamile olduğu haberi alacağımız manasındadır.
  •  Rüyada ardı ardına tavuklar veya civcivler görmek sene boyunca hayırlı bol kazançlı birçok işleriniz olacak manasındadır
  • Rüyada pişmemiş et görmekte olgunlaşmamış kırıcı söz duymayla tabir olur
  • Rüyada kan görüldüğünde o rüya bozulmuş sayılır tabir edilmez

   Her şeye rağmen birisi filim gibi uzun uzun rüyasını anlatıyorsa ona da “sen dün gece sırtın açık uyumuşsun herhalde” denir rüyasını tabir etmezler.

Hepinize hayırlı tatlı rüyalar görmenizi dilerim.                   

Pembegül Abla

Devamını Oku

KIRMIZI TENCERELERİN BİZE ETTİĞİ

KIRMIZI TENCERELERİN BİZE ETTİĞİ
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Tencere deyip geçmeyin, her zaman yeni bir tencere çıkıyor almazsak olmaz oluyor. Alıyoruz modası geçiyor ya da bir zaman sonra işlevi bitiyor. Olmadı daha yenisi daha iyisi çıkıyor. Bu yüzden mutfaklardan tut sokaklara kadar her yer tencere tava doldu. Bence doğayı feci şekilde kullanılmayan tencereler veya pişiriciler kirletiyor. Bu günlerde gençler önü bilgisayarlı pahalı tencereleri seviyorlar, bilmedikleri yemekleri kolayca yapabiliyorlarmış. Ardından havalı kızartıcılar, buharlı kaynatıcılar derken envaı türde yemek pişirme tencereleri peydah oldu. Yiyeceğimiz hepi topu iki lokma yemek pişirmek için dünyanın parasını ödüyorsun. Hepsinin tasarımı kaba kaba mutfakta yer kaplıyorlar, hiç birisine ısınamadım. Alanlar bana çok methettiler ama benim için mutfakta kalabalıktan başka bir şey değiller. Mikrodalga fırınlar ilk çıktığında da böyle oldu, herkes mutlaka aldı ama ben uzun yıllar almamak için direndim çünkü evde yeterince pişirecek kap kacak vardı kalabalık istemiyordum. Maalesef Rahmetli babam Berlin’den gezmeye gelince zorla aldı diyeyim. Ben yemeklerin aheste aheste pişmesi gerektiğine bütün kalbimle inanıyorum.

   88-90 yıllarında bizim Türk bayanlar arasında kırmızı tencerelerden almak, kullanmak çok yaygındı. Çarşılarda satılmayan bu ağır bir metalden kırmızı tencereler için hafta sonlarında evlerde tencere partileri tertiplenirdi. Yığınla kadın bir araya gelir satıcı hanımın kırmızı tencerelerin nasıl marifetli, nasıl lezzetli pişirdiğini dakikalarca dinlerler adeta tencerelere âşık olurlardı. Eskiden tarak satan adamların “bu tarağı alırsanız yanında şu ayna. Şu küçük fırça… Krem… bedava” diye sattığı gibi tencerelerin yanında tepsisi, maşası, makası daha bilmem neleri bedava değil ucuza geliyor diye sata sata bitiremezlerdi. Hele evine parti alırsan ev sahibine kalacak hediyeyi ayrıyeten gösterir methederler herkesi imrendirirlerdi. Sonrasında bu kırmızı tencereleri alanlarda koroya katılır “amanın Allah bu tencerede pişen pilavların lezzeti, bu tepside pişen börek, pizza …daha neler neler” anlata anlata bitiremezlerdi.

   Türkiye’den yeni göçmüş birisi olarak, yeterli tenceremi tavamı getirmiştim. Bir müddet başka tencere tava almayı düşünmediğim halde çok yakınlarım tarafından “hayatım almak zorunda değilsin… Kadın kadına eğleneceğiz. Mutlaka gelmelisin” diye ısrar ediyorlardı. Teklifi kıramadığım için bir sefer gittim. Ev sahibi çeşitli ikramlıklarla kapısını misafirlere açmış, kırmızı tencereler paketlerinden çıkmış Show başladı. Kadın uzun uzun tencereleri methettikten sonra “bu tencereleri kullanırken sakın demir kaşık kullanmayın, çizilir. Çizik tencerelerde pişirmeye devam ederseniz zehirlenir ölürsünüz” dedi. Ben anında beni zehirleme ihtimali olan bu tencerelerden soğudum almaktan vaz geçtim. O gün çok da pahalı olan bu tencerelerden almadığım için başta satıcı ve gelen kırmızı tencere sever kadınlar tarafından müthiş şekilde ayıplandığımı hissettim. Haftalık kazancım $120 dolarken ve onca ev masraflarımız varken sadece tane tane pilav pişirmek için bu tencereleri alamazdım, anlatamadım, beni çok ayıpladılar.

   O zamanlarda Türk kadınları kırmızı tencere partileri sayesinde sosyalleşebiliyorlardı. Bu yüzden başka bir partiye, tencere almamak şartıyla yine davet edildim. Herkes yine harıl harıl tencere seçti, sipariş verdi, taksit yaptı, aldı. Orada satıcı kadın üzerine basa basa “çizilen ya da kabaran tencereleri mutlaka değiştirin yoksa zehirlenirsiniz” dedi, birisi çizilen tenceresini uzattı, yazık yarı fiyatına çizik tamir olacaktı. Tencere pahalı, tamiri ondan da pahalı, benim kazancım ne, ben anlayamadım. Yine tencere almadığım için “pinti” sayıldım.

    Derken hatırını kıramayacağım bir yakınım ısrarla “birisinin benden tencere partisi almasına çok ihtiyacım var” dedi, mecburen “olur” dedim. Bu tencerelerin başında dönen dolaptan dolayı almamaya kesin kararlı düşüncelerle davetime hazırlandım, süslendim… geldiler. Hiç unutmam, ben ikramlıklarımı servis yaptım, kadın benim paslanmaz çelik tencerelerimi çok kusurlu kötü buldu, yine kırmızı tencerelerin ne kadar lezzetli pişirdiğinden anlattı. Ardından herkes bir şeyler beğendi, değişeceklerini verdi, ben hiçbir şey almayınca bana hiç hediye kalmayacağı için çok acıdılar. Sonrasında kimse benden tencere partisi almadığı için satıcı kadın hiç hoşlanmadı. Sonuçta onca hanımın içinden bir ben kırmızı tencere sevenler kulübünün dayattıkları kurallara tabi olmadığım için feci şekilde toplumdan dışlandım, hakir görüldüm, daha çok ayıplandım. Yaa… Bu ablanız tencere yüzünden ne çileler çekti.

   Doğrusu yapacak birçok işlerim vardı, hiç kafama takmadım.  Kendime beni dışlamayacak başka toplum buldum. Ama yıllar geçtikçe hanımların kırmızı tencerelerden “çok pahalı, daha kutusundan çıkarmadığım halde kabarma yaptı, değiştirecek yer bulamıyorum, atmaya kıyamıyorum, kızıma çeyiz almıştım, “kaba” diye beğenmedi…” diye yığınla şikayetlerini anlatıp kırmızı tencere almamakla ne kadar akıllılık ettiğimi takdir ettiler.  Yıllar yılları kovaladı ben hala eski tencerelerimi istediğim gibi özgürce telleyip ovalayıp inci gibi parlatıp kullanıyorum.  Bir şey alacağımda herkes alıyor diye almaktan hiç hoşlanmıyorum doğrusu.                        

Pembegül Abla       

Devamını Oku

DÖNEM TATİLLERİNDE BİZ

DÖNEM TATİLLERİNDE BİZ
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Victoria eyaletinde üç dönem tatili bir de yaz tatiliyle beraber okullarda dört dönem tatili oluyor. Öğretmenler ve talebeler ne güzel dinlenip eğlenip yeni döneme daha zinde başlıyorlarmış, öğretmenler bana öyle dediler.  Bu yüzden geçen iki hafta çalışan anneler ve babalar hatta nineler ve dedeler baya yoruldular. İki hafta okula gitmeyen ilkokul ve orta okul talebelerini oyalamak için her yerde çeşit çeşit aktiviteler, eğlenceler, gezilecek ortamlar vardı. Bazısı tam mevsimi olan lale bahçelerine gittiler. Ailecek lalelerin arasında gezindiler. Her yerde bolca bulunan Play Centreler cıvıl cıvıl çocuklarla doluydu, kapalı tasarlanan bu mekanlarda çocuklar saatlerce oynamaktan hiç yorulmazlar sanki. Plazalar da çocuk müşterilerinden nasibini bol bol aldılar. Anam, oyuncağa ve oyun yerlerine harcanan paralar, üzerine yiyecekleri içecekleri derken aileler dönem tatillerinde ekstra dan masraflara girdiler. Bana haber verdiler, tanıdığım çocuklarla Roller Skating -patenle kayma- yerine gittim. Müzik eşliğinde ne güzel çocuklar düz zeminde akar gibi kayıp durdular. Bir adam çocukları kayarken laptopla işlerini yapıp arada çocuklarına göz atıyordu.

   Çalışan birkaç anneye iyilik yaptım, çocukları sabah kahvaltısına davet ettim. Çocuklara pişi yaptım, güzel meyveler doğradım, hatta menemen ve sucuk pişirdim, çok memnun kaldılar. Ardından Türkçe müziklerden sonuna kadar açıp oynadık, eğlendik. Sonra onların seçtiği müziklerden çalarken zaman nasıl geçti anlamadık, mutlu ve neşeli evlerine gittiler.

   Türkiye’de okula giderken yaşadığımız dönem tatillerimizi hatırladım. Bambaşka bir dünya, çok farklı bir tatil anlayışımız ve imkanlarımız vardı. Her şeye rağmen bizlerde eğlenir, neşelenirdik. Her sene şubat ayında karnelerimizi aldıktan sonra notlarımız aldırmadan hemen İzmir’den köyümüze giderdik. Ne güzel, dedemin evinde bizi bekleyen, özleyen, sevinçle karşılayan yaşıtımız kuzenlerimiz yakınlarımız olurdu.  Şubat ayı en soğuk kış günleri olduğu için biz çocukları soba yanan ninemin sıcacık odasında serilen yer yataklarında yatırırlardı. Sabahları horoz, inek, tavuk sesleriyle uyanız taze sağılıp pimiş süt ve yufka ekmekle yapılmış peynirli bükme kahvaltısıyla güne başlardık. Ardından kıştan dolayı ahırda bekleyen inek, dana, kümeste ne kadar hayvan varsa hepsini tek tek ziyaret eder severdik. Ninem biz geldik diye hindi kestirir, pişirirdi. Bizler geleceğiz diye arpa veya buğdayın içine taze elma veya kavun gömüp bir çeşit konserve yaparlardı. Odaların tavanına irice ayva veya nar desteleri asar bizim için bekletirlerdi. Uzun kış gecelerinde akşam otururken ninemiz biz çocuklara yaz biterken ayırdığı elma ve cevizlerden bir sofra kurardı. O günlerden aklımda kalan o güzel meyvelerin mutluluk veren mis kokularını size tarif etmem imkânsız yani. Gaz lambası kapatıldıktan sonra ninem bize dua ezberletirken uyur kalırdık

   Köyde kaldığımız o iki hafta içerisinde, akrabalarımızı ziyarete akşam oturmasına giderdik, insanlar ne sevinirlerdi. Her evde her yerde yaşıtımız çocuklarla arkadaş olur büyüklerimizle beraber çıtır çıtır yanan sobalı odada, çiçekli minderlere oturup hoşca vakit geçirirdik. Ev sahibi teyze orta yere bir sofra bezi serdikten sonra, çinko tabaklarda mandalina, portakal, bisküvi, kendi üretimleri kuru üzüm, ceviz, badem, elma dolu bir sofra kurarlardı. Hava çok soğuk, kış, dışarıya çıkamayız. TV ve radyo yok, oyuncak yok, hatta yeterli kâğıt bile yokken bizler yine de eğlenecek neşeli şeyler bulabiliyorduk. Bilmece sorma, tekerleme veya mâni okuma, yarışına herkes bildiği kadarıyla katılırdı. Kitaplarda yazmayan en güzel masalları ben o uzun kış gecelerinde dinledim ve anlatanın üslubuna, ses tonuna doyamadım. Kibrit kutusunu yuvarlayarak atarak, hâkim, savcı, suçlu oyunumuz vardı. Ucu düğüm yapılmış el havlusuyla suçlunun avucuna kaç sefer vurulacağını hâkim söylerdi.  Kendimize portakal kabuklarından cevizlerden oyunlar kurardık.  Gecenin sonunda eve gidileceğinde arkadaşlarımız ellerimizden sıkıca tutup annemden yatıya kalmamız için izin isterlerdi. Yakın akraba olduğumuz için yatıya kalırdık. O günün hatırasına yatmadan önce teyzem ellerimize kına yakardı, uyurduk. Sabahleyin bir ses, bir feryat hepimiz yataklardan fırlayıp dışarı koşardık. Allah’ım, bizler uyurken sabaha kadar kar yağmış, her yer bembeyaz olmuş bir manzarayı görmek hepimize tarifi imkânsız bir mutluluk verirdi. Karlarda yuvarlanmak için kahvaltımızı zor yapardık. Ellerimiz iyice üşüyüp donasıya kadar kartopu oynamalara, karların içinde koşmalara doyamazdık.

       Daha patlamış darı’dan, kışın gidilen düğünlerden anlatmaya yer kalmadı. Dönem tatillerinde yaşadığımız mutlu hatıraların tadı damağımda kaldı vesselam diyecektim.

Pembegül Abla

Devamını Oku