29 June 2025 Sunday
Annem babam ve dört kardeş kamyon şoförünün yanına nasıl sığdık hala emin değilim. Uykumuzun en çok olduğu bir vakitte ailecek bir kamyona bindiğimizi hatırlıyorum. Sokak ışıkları bitip her yer karanlık olunca annemin kucağında gözlerim kapandı gitti. Ne zaman geldik ne zaman sabah oldu bilmiyorum. Hiç bilmediğim bir evde gözlerimi açtığımda Muğla gibi küçük bir kazadan İzmir’e taşınmışız. Kamyona zaruri miktardaki eşyalarımız yüklenmiş, evlerinde tütün dizen komşularımızdan, bahçesinde arkadaşlarımızla oyun oynadığımız küçücük evimizden habersiz, elveda sız İzmir’e Merhaba demişiz, haberim yok.
Yattığım yerden hemen perdesiz pencereye koştum. Şimdiyle kıyaslandığında pencereden gördüğüm her şey benim için hem bir ilkti hem de çok ilginçti. Birkaç siyah önlüklü, beyaz yakalı çocuk çantaları elinde okula gidiyorlardı. Sokak geldiğimiz yere göre çok kalabalıktı. Ötelerden küçük bir el arabasını sürerek kısa boylu bir adam geldi. Çocuklar etrafına üşüştüler. Arabanın içindeki camekana bakıp bir şeyler istiyorlardı, karşıdaki kapılardan anneleri geldi onlara minik naylon tabaklarda “aşureymiş” bir şeyler aldılar kaşıkla yedirdiler. Çok süslü bir at arabası şıngır şıngır ses çıkarıp sokağın ortasından geçti gitti. Karşımdaki camekanın içinden çadır gibi duran bir tül açıldı içinden bir kadın ve kucağında kızıl saçlı şirin bir kız çocuğu göründüler. Çadırın kenarındaki bölümde saçları kıvırcık uzun bir adam metal kesip ayırmakla meşguldü. Sonradan öğrendim, orası onların hem evi hem de iş yeriymiş. O adama hep oyuncakçı amca derlerdi, bilezik şeklindeki metallerden almamıza kızmazdı.
Annem yerleşmeye çalışıyordu sanki, ben pencerenin önünden bir türlü ayrılamıyordum, Gözlerimin önünden akıp giden her şey seyredilmeye çok değerdi. Karşıdaki boş arsanın yanındaki evden saçı sakalı uzamış darmadağın bir adam çıktı, ön taraftaki kocaman siyah köpeği sevdi, etrafına sırıtarak baktı, çocukların başını okşadı evine geri girdi. Almanya da çalışırken “karın başkasına gitti” diye yalan haber gelmiş, üzüntüden aklını oynatmış, mahallenin sarhoşuymuş o. Her zaman pencereden baktığım da onu siyah köpeği severken görürdüm. Geldiğimiz yerlerde görmediğimiz tarzda şalvarlar giymiş başları yazmalı kadınlar göçmenlerdenmiş. Mahallede çok varmış o göçmenlerden. Akşam yemeğinden önce acıkan çocuklarına salça sürülmüş ekmek verirlerdi. Günler sonra annemden bizde salçalı ekmek isteyip denedik ama tadı hiç hoşumuza gitmedi.
Sokağın başından geniş el arabasını iterken “domatees..bibeer,,patlıcaan..” diye bir adam gelmeye başladı. Bazı pencerelerden kadınlar başlarını uzatarak “kaç para” diye soranlar oldu. Adam fiyatını söyleyince birkaç hanım ellerinde kaplarıyla almaya geldiler. Ondan sonra sokaktan taze, çıtır gevrek, meyve satanlar, eskileri alıp mandal verenler, seyyar kalaycılar, çiğdem satanlar sırayla geçip durdular. Bir ara sokağın dolusu manda sürüsü geçti. Herkesi “kenara kaçın” diyerek önden birkaç kişi uyardılar. Mandaların kocaman boynuzları vardı. Daha sonraki günlerde elinde defiyle burnu zincirli ayı oynatan adamda geldi. Mahalle bir anda şen şakrak oldu, herkes ayı görmek için sokağa fırladı. Def çalarak yaptığı gösterinin sonunda hırpani adam defini ters çevirip ayısı için kuru ekmek ve bahşiş topladı.
Yeni bir şehir, yeni bir mahalle olduğu için annem bizi kesinlikle dışarıya çıkarmıyordu, bütün eğlencem dışarıya bakmaktı. Pencereden sokakta olan biteni seyretmeye kendimi o kadar çok kaptırmışım ki annem, kardeşlerim ne yapıyordu, nasıl yerleştik hiç hatırlamıyorum. Macuncu, baloncu, dondurmacı gibi sırayla değişik satıcılar geldiğinde bütün çocuklar etrafını çevreleyip almak tatmak istiyorlardı. Ben onların bir kenarda iştahla yemelerini de seyrediyordum. At arabasıyla karpuz satan bir adam geldi, atı sokağın ortasına pisledi, ardından karpuzun tadına bakan birisi kabuğunu orta yete fırlattı attı, bir adam yürüyüp giderken ikinci kattan bir kadın leğenden aşağıya su serpti, adam pis suyla ıslandı çok kızdı kadına bağırdı. Birisi hortumla su sıkıp sadece kendi kapısının önünü yıkadı. Arada geçen bisikletler çok aşırı süslüydü, geçerken zevkle zillerine basıp duruyorlardı. Mahallede hemen herkes terlikle geziyordu. İnsanlar balkondan, bakkaldan, sokağın başından ve sonunda uzun uzun bağırarak konuşuyorlardı. Ortam geldiğimiz beldeyle kıyaslandığında çok çocuklu ve çok gürültülüydü, herkes çiğdem çitliyordu.
Biraz aksayarak yürüyen birisi geçerken çocuklar onu bağırarak tahrik ediyorlardı, oda dönüp hepsine taş atıyordu, sonradan “o mahallenin delisi” dediler. Oysa sadece biraz farklı yürüyordu. Akşam hava kararacağına yakın ortam biraz sessizleşince farklı makamdan semaya “yooortcuuu” diye bir ses yükselirdi. Omuzundaki sopanın iki ucuna terazi gibi tutturulmuş iplere takılı tepsilerde yoğurt satan adama sıra gelirdi. İsteyenlere durup tartarak yoğurdunu sokakta satıyordu. Bugünle kıyaslandığında gayet gri renkte olan hayatımıza evimize ve yerimize alıştıktan sonra bizde o curcunaya karıştık gittik, İzmirli olduk, merhaba İzmir dedik.
Pembegül Abla
Annem babam ve dört kardeş kamyon şoförünün yanına nasıl sığdık hala emin değilim. Uykumuzun en çok olduğu bir vakitte ailecek bir kamyona bindiğimizi hatırlıyorum. Sokak ışıkları bitip her yer karanlık olunca annemin kucağında gözlerim kapandı gitti. Ne zaman geldik ne zaman sabah oldu bilmiyorum. Hiç bilmediğim bir evde gözlerimi açtığımda Muğla gibi küçük bir kazadan İzmir’e taşınmışız. Kamyona zaruri miktardaki eşyalarımız yüklenmiş, evlerinde tütün dizen komşularımızdan, bahçesinde arkadaşlarımızla oyun oynadığımız küçücük evimizden habersiz, elveda sız İzmir’e Merhaba demişiz, haberim yok.
Yattığım yerden hemen perdesiz pencereye koştum. Şimdiyle kıyaslandığında pencereden gördüğüm her şey benim için hem bir ilkti hem de çok ilginçti. Birkaç siyah önlüklü, beyaz yakalı çocuk çantaları elinde okula gidiyorlardı. Sokak geldiğimiz yere göre çok kalabalıktı. Ötelerden küçük bir el arabasını sürerek kısa boylu bir adam geldi. Çocuklar etrafına üşüştüler. Arabanın içindeki camekana bakıp bir şeyler istiyorlardı, karşıdaki kapılardan anneleri geldi onlara minik naylon tabaklarda “aşureymiş” bir şeyler aldılar kaşıkla yedirdiler. Çok süslü bir at arabası şıngır şıngır ses çıkarıp sokağın ortasından geçti gitti. Karşımdaki camekanın içinden çadır gibi duran bir tül açıldı içinden bir kadın ve kucağında kızıl saçlı şirin bir kız çocuğu göründüler. Çadırın kenarındaki bölümde saçları kıvırcık uzun bir adam metal kesip ayırmakla meşguldü. Sonradan öğrendim, orası onların hem evi hem de iş yeriymiş. O adama hep oyuncakçı amca derlerdi, bilezik şeklindeki metallerden almamıza kızmazdı.
Annem yerleşmeye çalışıyordu sanki, ben pencerenin önünden bir türlü ayrılamıyordum, Gözlerimin önünden akıp giden her şey seyredilmeye çok değerdi. Karşıdaki boş arsanın yanındaki evden saçı sakalı uzamış darmadağın bir adam çıktı, ön taraftaki kocaman siyah köpeği sevdi, etrafına sırıtarak baktı, çocukların başını okşadı evine geri girdi. Almanya da çalışırken “karın başkasına gitti” diye yalan haber gelmiş, üzüntüden aklını oynatmış, mahallenin sarhoşuymuş o. Her zaman pencereden baktığım da onu siyah köpeği severken görürdüm. Geldiğimiz yerlerde görmediğimiz tarzda şalvarlar giymiş başları yazmalı kadınlar göçmenlerdenmiş. Mahallede çok varmış o göçmenlerden. Akşam yemeğinden önce acıkan çocuklarına salça sürülmüş ekmek verirlerdi. Günler sonra annemden bizde salçalı ekmek isteyip denedik ama tadı hiç hoşumuza gitmedi.
Sokağın başından geniş el arabasını iterken “domatees..bibeer,,patlıcaan..” diye bir adam gelmeye başladı. Bazı pencerelerden kadınlar başlarını uzatarak “kaç para” diye soranlar oldu. Adam fiyatını söyleyince birkaç hanım ellerinde kaplarıyla almaya geldiler. Ondan sonra sokaktan taze, çıtır gevrek, meyve satanlar, eskileri alıp mandal verenler, seyyar kalaycılar, çiğdem satanlar sırayla geçip durdular. Bir ara sokağın dolusu manda sürüsü geçti. Herkesi “kenara kaçın” diyerek önden birkaç kişi uyardılar. Mandaların kocaman boynuzları vardı. Daha sonraki günlerde elinde defiyle burnu zincirli ayı oynatan adamda geldi. Mahalle bir anda şen şakrak oldu, herkes ayı görmek için sokağa fırladı. Def çalarak yaptığı gösterinin sonunda hırpani adam defini ters çevirip ayısı için kuru ekmek ve bahşiş topladı.
Yeni bir şehir, yeni bir mahalle olduğu için annem bizi kesinlikle dışarıya çıkarmıyordu, bütün eğlencem dışarıya bakmaktı. Pencereden sokakta olan biteni seyretmeye kendimi o kadar çok kaptırmışım ki annem, kardeşlerim ne yapıyordu, nasıl yerleştik hiç hatırlamıyorum. Macuncu, baloncu, dondurmacı gibi sırayla değişik satıcılar geldiğinde bütün çocuklar etrafını çevreleyip almak tatmak istiyorlardı. Ben onların bir kenarda iştahla yemelerini de seyrediyordum. At arabasıyla karpuz satan bir adam geldi, atı sokağın ortasına pisledi, ardından karpuzun tadına bakan birisi kabuğunu orta yete fırlattı attı, bir adam yürüyüp giderken ikinci kattan bir kadın leğenden aşağıya su serpti, adam pis suyla ıslandı çok kızdı kadına bağırdı. Birisi hortumla su sıkıp sadece kendi kapısının önünü yıkadı. Arada geçen bisikletler çok aşırı süslüydü, geçerken zevkle zillerine basıp duruyorlardı. Mahallede hemen herkes terlikle geziyordu. İnsanlar balkondan, bakkaldan, sokağın başından ve sonunda uzun uzun bağırarak konuşuyorlardı. Ortam geldiğimiz beldeyle kıyaslandığında çok çocuklu ve çok gürültülüydü, herkes çiğdem çitliyordu.
Biraz aksayarak yürüyen birisi geçerken çocuklar onu bağırarak tahrik ediyorlardı, oda dönüp hepsine taş atıyordu, sonradan “o mahallenin delisi” dediler. Oysa sadece biraz farklı yürüyordu. Akşam hava kararacağına yakın ortam biraz sessizleşince farklı makamdan semaya “yooortcuuu” diye bir ses yükselirdi. Omuzundaki sopanın iki ucuna terazi gibi tutturulmuş iplere takılı tepsilerde yoğurt satan adama sıra gelirdi. İsteyenlere durup tartarak yoğurdunu sokakta satıyordu. Bugünle kıyaslandığında gayet gri renkte olan hayatımıza evimize ve yerimize alıştıktan sonra bizde o curcunaya karıştık gittik, İzmirli olduk, merhaba İzmir dedik.
Pembegül Abla
Ortalığı şöyle bir yoklasak yığınla balık pişirme veya hazırlama tarifi çıkar, seç beğen al. Balığı aldık, eve getirdik isteğe göre kızarttık veya buğuladık diyelim de nasıl yiyeceğiz, tadını nasıl çıkaracağız bilmezdim.
Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi, geçenlerde İzmirli bir vatandaşla sohbet ederken bana balığın nasıl yeneceği hakkında öyle enteresan şeyler anlattı ki ağzım açık dinledim ve bunları mutlaka kayıt altına almam lazım diye düşündüm. Meğer balığı yemeninde inceden bir tarifi ve yöntemi varmış. Melbourne’ de balık bol olmasına rağmen başka yiyeceklerle kıyaslandığında gayet pahalıdır, bu bir gerçek. Çoğu insan balığını farklı bölgelerde kendisi bizzat avlarken yakalamaya vakti olmayanlarda bilhassa Asyalıların pazarlarından domates fasulye seçer gibi balık seçip alabiliyorlar.
İzmirli balık sever abinin söylediklerini aynen aktarıyorum “Seçtiğiniz balık mutlaka deniz balığı olmalı.” Bir zaman Rahmetli annem “pişirdiğim tavuk balık gibi kokuyor, balık da tavuk gibi kokuyor” diye yakınırdı. Şimdilerde çiftliklerde suni oluşturulan havuzlarda yetiştirilen balıkları tavuk artıklarıyla besliyorlarmış dediler. Tavukları da öğütülmüş balık artıklarıyla besleyince tatlar kokular birbirine karışmış demek ki. Bir de dikkat ederseniz havuzlarda yetiştirilen balıklar aşırı izdihamdan sıkıştıkları için şekilleri biraz yamuk olurlar. En lezzetli ve sağlıklı olanları denizden yakalanmış özgür taze balıklardır. Balıklarında cinsine göre bol olduğu mevsimler vardır. Mevsiminde bollaşan uygun fiyata alacağınız balıklardan temizleyip buzluğunuzda saklayabilirsiniz de.
Balığınızı una bulayıp yağda kızartarak, ızgara yaparak veya buğulama şeklinde pişirebilirsiniz. Balık sofraya geldiğinde yanına zeytinyağlı yeşil salata olmazsa olmaz. Bu taze roka, mor soğan, marul, maydanoz, dere otu gibi yeşilliklerden olabilir hatta turp salatası balığa çok yakışır. Balık yerken balığın tadını daha iyi almak için böyle sirke, domates, mayonez veya değişik soslar gibi çok keskin tatlardan kaçınmak lazımdır. Bu tür ilaveler balığın tadını almanıza mani olur. En fazla birkaç damla taze limon suyu damlatmak isabetli olabilir. Balığın yanında fasulye pilakisi veya bakladan yapılan fava da çok yakışır. Balığı başka yemeklerle karıştırmadan bir öğünde yemek lazım.
Balıkla beraber ekmek yenecekse bu da çok titizlikle seçilmeli. Balık ekmeğin arasına konacaksa ekmek fırından yeni çıkmış biraz soğumuş oda sıcaklığında yumuşak bir ekmek olmalı. Ama balığın yanında yenecekse ince dilimlenip hafifçe kızartılmış ekmek balıkla iyi gider. Balıkla ayran veya yoğurt cinsinden bir şey yemek doğru olmaz. En fazla maden suyu içmek isabetli olur. Balığı yediniz bitti diyelim, her zaman balık yedikten sonra üzerine ‘‘tahin helva yemenizi tavsiye ederim” dedi İzmirli abi.
Atalarımız her yiğidin bir yoğurt yemesi vardır demişler. Siz balığı yine kendi bildiğiniz gibi yiyin. Bana göre de en lezzetli balıklar denizden çıkan kılçıklı balıklardır. Melbourne de genelde Snaper, Salmon, Flake gibi balıkları daha çok alıp yiyoruz, biliyoruz. Çünkü Avustralya da yetişen gençlerimiz çocuklarımız boğazlarına kılçık kaçar diye kılçıklı balık yemekten ödleri kopuyor, yemek istemiyorlar. Oysa sağlıklı beslenme adına arada düzenli balık yemek çocuklarımız için çok faydalıdır. Size severek yaptığım güzel bir balık yemeği tarifiyle veda edeyim. Her zaman bulunmaz ama mevsiminde “Blue Granadier” balığının tadı çok lezzetlidir hem de kılçıksızdır. Ben biraz uzunca olan o balığı dilimledikten sonra üzerine biraz baharat serptiğim una buluyorum, daha sonra tavada sıvı yağda kızartıyorum. Üzerine bol domatesli ve sarmısaklı sos kaynatıp döküyorum çok şah
Pembegül Abla
Türkiye’deyken hayatımda ilk defa arkadaşımın annesinin hacı yemeğine davet edilmiştim. Ne yapacağım ne diyeceğim, nereye oturacağım hiçbir fikrim yoktu. Merak ettiğim için gittim, nasıl oluyor bir baktım.
Benden önce gelmiş, dillerinde fısır fısır dualar ve besmelelerle arkadaşımın hacı annesine sarılan sıradaki teyzeleri taklit ettim. Kıyafette yeşil renk “muradım oldu” demekmiş ya hacı teyze koyu yeşil desenli bir elbise, üzerine de kar gibi beyaz bir örtüyle çok mutlu görünüyordu. Benden önceki teyze ona hasretle sarıldıktan sonra seslice” dur bir gözlerine bakayım, bu gözler Kabeyi gördü, gözlerine bir bakayım” diyerek herkesin dikkatini çekti, başını biraz arkaya atarak teyzenin gözlerine baktı. Teyze “artık hacı oldum” un gururuyla gözbebekleri ışıl ışıl akranının gözlerinin içine baktı. Çok yakınımdaydılar fırsattan istifade bende o gözlere dikkatlice baktım. Bu kısacık bakışma anında Kabeyi göremedim ama kalbime ılık ılık hiç unutamayacağım huzurlu güzel bir his aktı.
Eskiden bizim köyden insanlar hacca gideceğinde yollar çok meşakkatliymiş. Hac yolu gidiş-dönüş en az altı ay sürermiş. Yola çıkacaklarında yufka ekmekleri ufalayıp tahta sandıklara koyup yolluk yaparlarmış. Bilmem kaç kilometre kara yolculuğundan sonra gemiyle Hicaz’a oradan develerle Mekke ve Medine yolculuğu derken sağ salim Hacı olmuş halde köylerine dönerlermiş. Eskiden Hacdan geleni ziyaret etmek çok sevaplı işlerden olduğu için uzaktan yakından insanlar hacıları ziyarete “hoş geldiniz” demeye gitmeye çok önem verirlermiş. Hacılar da bir hurmayla ve zemzem suyuyla da olsa yanlarında getirdikleri türlü hediyeleri ziyaretçilerine takdim ederlermiş. Evet çok eskiden hacıyı ziyaret etmek önemli vecibelerdenmiş.
Benim annemin babamın zamanında köylüleri dini konularda öğreten, eğiten hocaları onların deyimiyle “çok alim” insanlarmış. Düzenli olarak köyün çocuklarına din dersleri verir Kuran ve Sureleri öğretirlermiş. Ardından öleni defneder, doğana adını koyar evelenenlerin nikahını kıyarak hoca efendiler hayatın her safhasında saygın bir vaziyette, capcanlı insanların yanındaymışlar. Günde beş vakit ezan okuyan, Cuma namazını kıldıran bu alimlerin hiç tatilleri yokmuş ama gerektiğinde onların yerine geçecek güzel yetişmiş talebeleri varmış. Yani imamlık işleri hiç aksamadan düzenli olarak devam edermiş. Devletten maaşı olmayan bu köy imamlarının geçimini bizzat köylüler kendileri karşılarmış. Senede iki sefer köyün bekçisi veya muhtarı köylüden “imam hakkı” diye buğday, arpa, un gibi erzak toplayıp imama teslim edermiş. Herkesin kendi durumuna göre verdiği bu ürünlerin fazlasını imam isterse satıp paraya çevirip oradan geçimini sağlarmış. Eskiden hocalar insanlara çok faydalı nasihat eden saygın güzel insanlarmış. Misal babam ve akranları amcalar köyün imamı Ali Hafız hocayı her zaman hayırla, Rahmetle anarlar.
Şimdilerde haydi hacca gideceğim diye birkaç kitap karıştırsan insanın karşısına şu yanlış bilgi çok çıkıyor. Öyle ki araştırmayanlar bu yanlışta ısrar edebiliyorlar. “Hacca gitmeden önce eve üç aylık erzak yığılacak, oğlan kız evli olacak, borcun olmayacak…” falan meğer hepsi yalanmış. Sevgili Peygamberimize “kimler hacca gidebilir?” diye sormuşlar. O da “bineği ve azığı olan herkes hacca gidebilir” diye az ve öz söylemiş, başka söze ne hacet. Şimdilerde hac işlerinin maddi yönden biraz zorlaştığını gözlemliyorum. Aşırı talepten olabilir veya seyahat şirketlerinden de kaynaklanabilir, bilemiyorum. Hacca gitme fiyatları aşırı derecede arttı ama artık hacda bir ay kalamıyorsunuz, yollarda geçen zamanlar da dahil 15-20 günde jet hızıyla hacı oluyorsunuz. Yani eskisi gibi bir ayda dopdolu bazı ibadetleri ve ziyaretleri size yaptırmıyorlar. Sadece zaruri olanları yapıp kutsal topraklardan ayrılıyorsunuz. Her şeye rağmen günlük hayatın telaşı içerisinde oralara gitmeyi unutmayın. Bazıları da “gençken haccı tutamazsın, günahlarla haccın bozulur” diye telkin ediyorlar, yaşlanmayı, emekli olmayı sakın beklemeyin. Hacca genç, güzel sağlıklıyken, eliniz ayağınız tutarken gayret edin mutlaka gidin derim.
Hacda gözü olmayanların “ben Araplara para yedirmem” sözüne hiç itibar etmeyin, Arapların başka yerlerden yiyecek çok paraları vardır. Böylece hacca giden gider, hac gibi bir farizayı yerine getirebilmiş olmanın mutluluğunu yaşar. Kalanlar da daha dindar daha güveniler görünebilmek için “benim dedem de hacıydı, benim annem babam da hacıdır” diye söze başlayarak onları referans gösterir.
Allah isteyen herkese hacı olmayı nasip eylesin diyecektim.
Pembegül Abla
Ameliyattan çıkan tanıdığım bir hanımı odasına getirip yatağına yerleştiriyorlar. Birkaç kişinin kaldığı hastane odasında örtülü perdelerin arkasından hemşireyle başka bir hasta kadın arasında geçen konuşmalar hasta hanımı çok etkiliyor. İstemeden şahit olduğu bu konuşmaları bana anlatınca doğrusu bende çok üzüldüm. Başka bir ülkeden geldiği aksanından belli olan perdenin öbür yanındaki kadın çağırdığı hemşireye “benim şimdi evime gitmem lazım” diyor, “yeni ameliyattan çıktın şimdi gidemezsin” diyor hemşire ama kadın ısrar ediyor “evde küçük çocuklarım var ve onlara bakacak hiç kimsem yok, hemen eve gitmeliyim” diye ısrar ediyor. Hemşire çaresiz “o zaman bekle, doktorunla konuşayım ondan sonra ne yapacağımıza karar verelim” diyor. Sonuçta ameliyattan yeni çıkmış bir kadın gecenin bir vaktinde Lalor Hospital’ den çıkıp gidiyor. Biraz empati yapınca bu haber benim içimi çok acıttı. Bazı hastanelerde böyle durumlarda geçici “Foster Family” ler ayarlayabiliyorlar ama orasını teklif edip etmediklerini bilemiyoruz.
Bilhassa doğum olaylarında lohusa annelerin evde olan çocuklarının bakımına ihtiyaçları olabiliyor. Burada onlara yardım edecek çok yakınları yoksa, hele bir de sezaryen falan oldularsa işleri daha da zorlaşabiliyor. Ne yazık ki kendilerini toparlamaları ve hem bebeğe hem diğer çocuğa bakmaları çok zor ve yıpratıcı oluyor. Babalar ne kadar yardımcı olsalar da onlarda adeta ev ve hastane arasında birkaç parçaya bölünüyorlar sanki. Bu gibi acil durumlarda insan etrafında güvenilir samimi insan arıyor. Bilhassa hanımlar olarak ihtiyacı olan insanlara yeri geldiğinde gayet duyarlı, yardımcı olabilmemiz lazım, en azından bir kap çorba yapabilmemiz faydalı olur diye düşünüyorum ne dersiniz? Bu yüzden bu hafta çocuk bakma tecrübelerimden biraz yazmak iyi olur diye düşündüm.
Bir yıl öncesiydi manevi abla, teyze olarak bebekleri olacak bir genç aile ahbabımızı “siz hiç endişelenmeyin, hastaneye gideceğinizde bize haber verin, biz evdeki çocuklara bakarız” diye tembihlemiştim. Bir akşam Broadmeadows semtine iftar davetine gitmiştik. Allah’tan iftarımızı yapmıştık, namaz zamanı telefonlarımız çalmaya başladı, beklediğimiz acil mesaj gelmişti. Shankland Blvd’den çıktık Sunshine Hospital’a kadar hiç sürat yapmadık ama istisnasız bütün ışıklar bize yeşil yandı. İki tane küçüğü memnuniyetle evimize misafir aldık, onları ürkütüp ağlatmamak için çok dikkat ettik, oyuncak ve çerezlerle bize alıştıktan sonra çocuk bakma işinin gerisi çok kolay oldu. Ertesi günü hayırlı dua ve teşekkürlerle aileye teslim ettik. Allah için iyi bir şeyler yapmış olmanın verdiği huzur hiçbir şeyle ölçülemez.
Önceden yazmıştım buralarda çocuklara bakan insanların Polis kontrolünden geçtikten sonra “Working With Children Check” belgesi olması lazım. Tabiki de bilip bilmeden herkese yavrunuzu emanet edemezsiniz, dikkatli olmak lazım. Ama çok acil bir durumda ailenizden bir yakınınız yoksa güvenilir bir tanıdığınızın olması bence iyidir. Bir seferinde hamile bir tanıdığımı, üç yaşlarındaki küçük kızı, kardeşi gelesiye kadar bizde kalacağı hakkında konuşup alıştırsınlar için tembihledim. Allahtan işler apansız olmadı, saati ve günü belliydi. Hanım kız bize küçük pembe valiziyle neşeli geldi, annesigil gidince bana valizini açtı, pijamasını, oyuncaklarını gösterdi, güne güzel başladık. O gelmeden önce genişçe bir tabağa çerezler ve meyveler sıraladım ortaya koydum. Önce biraz oyun oynadık. Sonra bahçeye çıkıp kedi sevdik. Sonra bir şeyler yedik. Hazırda kendi yaptığım pembe renkte oyun hamurum vardı, onunla baya oynadık. Suluboya resimlerle falan akşamı yaptık. Küçük kız bize emanet olduğu için onu hiç yalnız bırakmadım, ben yemek hazırlarken gözümün önünde bazen kendisi oynadı, her şey yolunda gitti. Tam akşam yemeği yerken kapımız çalındı, bir baktım küçük kızın annesigil gelmişlerdi, hastaneden “şimdi gidin yarın gelin” demişler. Anam sabahtan beri hiç gıkı çıkmayan çocuk annesini görünce bir ağıt tuttursun, “Allah çocuk memnun kalmadı herhalde” diye çok mahcup oldum. Çocuğa sarılınca annesi de ağlamaya başladı” kızım sen beni özledin herhalde” dediğinde küçük kız “niye geldiniz, ben bu gece burada yatacaktım” demesi hepimizi gülümsetti yani.
Aslında önceden annelerle konuşup, herhangi bir alerjileri veya başka hassasiyetleri hakkında bilgi alma imkanı olursa çocuk bakmak genelde kolay oluyor. Sonuçta birkaç gün evinize minik misafirler alıyorsunuz. Onları şirin yiyecek ve birkaç oyuncakla karşıladığınızda rahatlıyorlar, annelerinden bir müddet ayrı olma durumunu kabulleniyorlar. Bir seferinde iki küçük kardeş misafirim oldu. Anneleri gitmeden önce öğle uykusu uyuduklarını haber verdi. Çocuklar öğle vakti üç saat kadar uyduklarında arada iyiler mi diye bakmadan duramadım. Sonuçta nur topu gibi kardeşleri oldu, akşama evlerine gittiler. Böylece yakınlaşıp, kaynaştığımız dünyalar tatlısı birçok şirin arkadaşlarım, çiçeklerim var benim, bazen ziyarete gelirler.
Pembegül Abla