10 November 2025 Monday
Yazar: Nurcan Kıral (Sosyolog, İnsan Odaklı Mentor & Mesleki Gelişim Danışmanı)
(Geçen haftadan devam)
Göçmen topluluklarda yalnızlık, yalnızca dilin kaybı değil; dayanışmanın, duygusal paylaşımın ve birbirini anlama kültürünün de zayıflamasıdır. Diller değişir, ülkeler değişir; ama insanın insana verdiği güven değişmemelidir.
Avustralya’daki Türk toplulukları arasında en belirgin sorunlardan biri, zamanla derinleşen duygusal sessizliktir. Türkçe gibi ayrıntılı, duygusal katmanlar taşıyan bir dilde yetişmiş bireyler, İngilizce’nin sade ve doğrudan yapısı içinde kendilerini eksik hissedebilmektedir. Çünkü Türkçe yalnızca bir iletişim aracı değil, bir düşünme biçimidir. Bu dilin zenginliği duyguların ifade edilmesine alan açar; İngilizce’nin pratik yapısı ise çoğu zaman bu derinliği taşıyamaz. Bu nedenle birçok göçmen, ne tam anlamıyla İngilizceyle kendini anlatabilir ne de Türkçenin duygusal yoğunluğunu yaşayabilir. Sonuç, hem dilsel hem duygusal bir yorgunluktur.
Birinci kuşak Türk göçmenler bu topraklara geldiklerinde ağır koşullarda yaşamış ve hayatlarını dayanıklılık üzerine kurmuşlardır. Ancak zaman içinde bu dayanıklılık, yeni kuşaklarla aralarında görünmez bir duvar örmüştür. Bugün hâlâ birçok genç “yoruldum” dediğinde, karşısındaki büyük kuşaktan “biz sizden çok daha zorluk yaşadık” yanıtını alıyor. Oysa bu cümle bir öğüt değil, bir kopuş yaratıyor. İnsan, kıyasla değil anlayışla güçlenir. Bir kuşağa dokunmayan el, bir sonraki kuşağa da dokunmamayı alışkanlık haline getiriyor. Böylece acıya alışmak bir olgunluk değil, bir kültürel refleks haline geliyor.
Bu alışkanlık, toplum içinde duygusal bir mesafeye dönüşmüş durumda. Kimin nasıl yaşadığı, hangi işi yaptığı, ne kadar kazandığı üzerinden şekillenen görünmez bir rekabet duygusu, insan ilişkilerinin yerini alıyor. Başarı kazanan biri tebrik edilmek yerine eleştiriliyor, yeni bir iş kuran desteklenmek yerine küçümseniyor. Oysa dayanışma, kıyasla değil ortak sevinçle başlar. Bir toplumun ruhunu güçlendiren şey, kimsenin başarısının başkasının gölgesini azaltmaması, tam tersine ışığını çoğaltmasıdır.
Göçmen topluluklarda yalnızlık, yalnızca dilin kaybından değil, duygusal paylaşımın unutulmasından kaynaklanıyor. Birbirine kolaylık vermek, yükü paylaşmak, yargı yerine anlayış göstermek toplumun yeniden canlanmasının anahtarıdır. Kültürel etkinlikler, sanat buluşmaları, kuşaklar arası hikâye paylaşımları bu açıdan yalnızca nostaljik değil, psikolojik bir iyileşme alanıdır. İnsanlar hem kendi kökleriyle hem de birbirleriyle yeniden bağ kurabilir.
Büyük kuşakların yıllar önce yaşadığı zorluklar saygı uyandırsa da, o acıların yeni kuşaklara “ölçü” olarak aktarılması sağlıklı değildir. “Biz neler çektik” cümlesi rehberliğe dönüştüğünde, deneyim bilgelik olur. Acıyı kıyaslamadan anlatmak, dayanıklılığı değil empatiyi güçlendirir. Bu kültürel dönüşüm gerçekleştiğinde, Avustralya’daki Türk toplulukları sadece geçmişleriyle değil, gelecekleriyle de barışabilir.
Bugün yapılması gereken, kökleri unutmadan birbirini anlamaya yeniden başlamaktır. Dilsel farklılıklar empatiyi azaltmamalı; tam tersine çoğaltmalıdır. Çünkü göçmen toplulukların asıl ihtiyacı, geçmişin acılarını yarış haline getirmek değil, onları ortak bir bilgelik diline dönüştürmektir. Geçmişi hatırlamak bir yas değil, bir yeniden doğuş vesilesi olabilir. Yeter ki bu kez geçmiş, yeni kuşaklara yük değil, ışık olsun.
Bir toplum diliyle değil, birbirine verdiği güvenle yaşar. Türkçe’nin derinliğiyle İngilizcenin açıklığı bir araya geldiğinde, ortaya daha geniş, daha insani bir anlayış çıkar. Ve belki de tam o noktada, göçmenliğin yalnızlığı yerini dayanışmanın sessiz huzuruna bırakır.