14 December 2025 Sunday
Jean-Jacques Rousseau, çocuğu yalnızca küçük bir yetişkin değil; kendi ritmi, kendi merakı ve kendi kırılganlığı olan bağımsız bir varlık olarak tanımlarken, aslında modern çağın en büyük krizini de sezmişti: çocuğun doğasının, toplumun hızına yenik düşmesi. Rousseau’ya göre çocuk, yetişkinlerin dünyasına uymak için değil, kendi içindeki iyiliği adım adım büyütmek için vardır. Ancak bugünün dünyasında çocukların bu doğal büyüme alanı görünmez biçimde daralıyor.
Baskı artık bağıran değil; dijital, hızlı, yüzeysel ve sessiz bir baskı.
Bugün çocukların dünyası sokak oyunlarından çok ekranın ritmiyle şekilleniyor. Henüz zihinsel gelişimi tamamlanmamış bir çocuk için sosyal medya yalnızca bir eğlence aracı değil; duyguları biçimlendiren, değerleri bulanıklaştıran, kimliği yönlendiren bir alana dönüşüyor. Beğeni sayıları özgüvenin yerini alıyor, akran kıyaslaması kişiliği zedeliyor, algoritmalar merakı bile çocuğun elinden alıyor. Araştırmalar, çocuklarda kaygı, dikkat bozukluğu, kimlik karmaşası ve erken depresyon oranlarının hızla yükseldiğini gösteriyor.
Fakat mesele yalnızca psikolojik değil; aynı zamanda ahlaki pusulanın zayıflaması. Çünkü çocuk değerleri eskisi gibi gerçek ilişkilerden değil; ekranın akıp giden saniyelik görüntülerinden öğreniyor. Bir ölüm haberinin altında “beğen” butonunun bulunması bile, hayatın kutsallığını çocuğun zihninde belirsizleştiriyor. Şiddetin bir oyun figürü gibi sunulması, kötülüğün “yeniden başlat” tuşuyla sıfırlanabilir oluşu, çocuğa fark ettirmeden şu mesajı veriyor: “Hiçbir şeyin gerçek bedeli yok.”
Dijital oyun kültürü de bu erozyonu pekiştiriyor. “Sonsuz can”, “yeniden doğma”, “tek hamlede yok etme” gibi kavramlarla büyüyen çocuk, gerçek hayatta hiçbir davranışın geri alınamaz olduğunu çok geç fark ediyor. Bu durum empati kaslarını zayıflatıyor. Gerçek hayatta bir arkadaşını inciten çocuk, yüzündeki üzüntüyü görür; özür dilemeyi, telafi etmeyi öğrenir. Dijital dünyada ise incitme görünmez, sonuç görünmez, yüz görünmez. Dolayısıyla son yıllarda dünyanın pek çok ülkesinde çocuk suç oranlarının artması şaşırtıcı değil. Çocuğun iç dünyasını besleyen değerler zayıfladıkça dış dünyadaki davranışlar sertleşiyor. Empati kapasitesi düşen, duygusal dayanıklılığı zayıflayan ve hız kültürünün içinde büyüyen çocukların sosyal çatışmalara daha yatkın hale gelmesi tesadüf değil.
Avustralya’nın 16 yaş altına sosyal medya sınırlaması getirmesi bu nedenle yalnızca teknik bir düzenleme değil; çocuğun kırılgan doğasını koruma adına alınmış toplumsal bir şefkat kararıdır. Avustralya yıllardır zorunlu bildirim sistemi, çocuk danışmanlığı, okul destek programları gibi güçlü koruma temellerine sahip bir ülke. Bu yeni adım, çocuğun duygusal ritmine saygı duyan bu yaklaşımın güncellenmiş bir devamı niteliğinde.
Çünkü bir çocuğun kendini tanıyabilmesi için önce kendi iç sesiyle temas kurması gerekir algoritmaların sesiyle değil.
Bir çocuğun hayatı deneyimleyebilmesi için önce kendi ritmine sahip olması gerekir, ekranın hızına değil.
Biz çocukları seven, çocuk için fedakârlık yapan bir kültürüz. Ancak modern çağ sevgiyi koruma biçimlerini de değiştirdi. Artık çocuğu korumak yalnızca fiziksel güvenlik değil; dijital güvenlik, kimlik güvenliği ve değer güvenliği anlamına geliyor. Diaspora çocukları ise bu yükü iki dünyada birden taşıyor.
Evde geleneksel değerler, dışarıda çokkültürlü bir toplum, ekranda sınırsız bir hız… Bu yüzden diaspora çocuklarının ruhu daha hızlı yoruluyor; çünkü üç dünyanın arasında kendi kimliğini korumaya çalışıyor.Burada şunu unutmamak gerekiyor: Göçmen çocukları iki dünyanın yükünü taşırken, hiçbirinin bu yükün adını koyacak kadar zamanı ve kelimesi yok. Bu nedenle toplumun ve devletin aldığı her koruyucu önlem, sadece teknik bir karar değil; bir neslin ruh sağlığına verilen bir güvencedir.
Tüm tartışmaların dönüp dolaşıp aynı noktaya gelmesi boşuna değil:
Çocuğu koruyan toplum güçlenir, çocuğu yoran toplum kırılır.
Rousseau’nun asırlar önce söylediği gibi:
“Doğanın planı çocuğun yavaş yavaş büyümesidir; toplum onu koşar adım yetişkin yapmaya çalışır.”
Modern dünyanın çocukları artık yalnızca hızla büyütülmüyor; aynı hızla tüketiliyor.
Bu yüzden Avustralya’nın attığı bu adım hem küresel ölçekte hem de Türk diasporası için net bir hatırlatma taşıyor:
Geç olmadan çocukluğun ritmini geri verme zamanı.
Bir çocuğun iç sesine yer açmak, değerlerini güçlendirmek ve onu görünmez dijital baskıdan korumak yalnızca ebeveynlerin değil; toplumun, devletin ve her yetişkinin ortak sorumluluğu.
Ve unutmayalım:
Bir çocuğun ruhu kırıldığında, toplumun geleceği ses çıkarmadan çatlar ve en geç duyan her zaman yetişkinler olur.
Çocukluğun doğal ritmini anlamak isteyenler için Rousseau’nun klasik eseri, güçlü bir başlangıç olabilir:
Jean-Jacques Rousseau * Emile ya da *Eğitim Üzerine