10 November 2025 Monday
Göçmenlik bazen insanın sadece evini değil, alışkanlıklarını, duygularını, kendini anlama biçimini bile yeniden kurduğu bir süreçtir. Yeni bir ülkede var olmak; dili yeniden öğrenmek, kültürü yeniden yorumlamak, kendine yeni sosyal alanlar açmak demektir. Avustralya’ya gelen birçok Türk için bu yolculuk, sadece Avustralyalılarla değil; kendi topluluğuyla yeniden ilişki kurmayı da içerir. İlginç biçimde, kendi insanına en yakın olan alan bazen en karmaşık olan alana dönüşebilir. Çünkü Türkiye’den taşıdığımız bir kavram, burada sessizce varlığını sürdürüyor: Mahalle Baskısı.
Şerif Mardin’in kavramsallaştırmasında mahalle baskısı, toplumun hukuk dışı ama duygu içinde işleyen görünmez sosyal kontrol mekanizmasıdır. Yasayla değil; bakışla, imayla, sessizlikle, beklentiyle işler. Bu baskı insanı doğrudan cezalandırmaz; fakat “yanlış anlaşılma ihtimali” yüzünden insanı kendi içine doğrultur. Göçmen hayatında bu durum daha da belirginleşir. İnsan hem yeni toplumda kendini konumlandırmaya çalışırken hem de kendi topluluğu içinde doğru anlaşılma çabası taşır. Bir yandan iki dünya arasında esner, bir yandan her iki dünyanın da beklentilerinden etkilenir.
Avustralya’daki Türk topluluklarında mahalle baskısı çoğu zaman kendini açık sözlü eleştirilerle değil, sessiz mesafelerle gösterir. Bazen bir dükkânda, bazen bir sosyal medya yorumunda, bazen bir sohbetin akışında… İnsan kendini izleniyormuş gibi hisseder. Bu his, bireyin topluluğun içinde tam olarak açılmasını, gerçek sesini duyurmasını, duygularını paylaşmasını zorlaştırır. Böylece topluluk içinde doğal olması gereken güven alanı, yerini görünmez duvarlara bırakır.
Fakat mesele sadece baskının var olması değil; bu baskının fark edilmeden normalleştirilmesidir. “Biz de böyle gördük, siz de böyle görürsünüz” yaklaşımı göçmen topluluklarda en çok bu noktada ortaya çıkar. Eski kuşakların yaşadığı güçlükler, yeni kuşağın da yaşaması gereken bir “zorunlu tecrübe” gibi sunulur. Bu yaklaşım, dayanışmayı büyütmek yerine, bir çeşit duygusal yorulmayı besler. Halbuki sağlıklı toplumlar kendi acısını sonraki kuşağa aktarmak yerine, kendi bilgisini aktarır. Zorluklar aktarılmaz; çözüm yolları aktarılır. Ağırlık değil; el vermek aktarılır.
Burada esas soru şudur: Göçmen topluluk olarak biz; birbirimizi kolaylaştıran bir kültür mü kurmak istiyoruz, yoksa zorlaştıran bir döngüyü mü devam ettirmek istiyoruz?
Mahalle baskısı, toplumu içten içe ayrıştıran bir etki yaratır. Aynı dili konuşan, aynı sofrada büyümüş, aynı kültürün içinden gelen insanları bile birbirinden uzaklaştırabilir. Kişi kendi topluluğu içinde kendini rahat hissedemezse, bulunduğu ülkeyle sağlıklı uyum kurması da zorlaşır. Bu yüzden göçmen toplumlarının sürdürülebilir geleceği topluluk içi güven alanı kurmaktan geçer. Güven alanı, yargının değil; anlayışın olduğu yerdir. Kıyasın değil; ilhamın olduğu yerdir. Kapanmanın değil; birbirine alan açmanın olduğu yerdir.
Avustralya, kültürel çeşitliliğin güçlü olduğu bir ülke. Fakat kültürel çeşitlilik yalnızca farklı kültürlerin yan yana durmasıyla değil; birbirini beslemesiyle anlam kazanır. Biz burada sadece aynı topraklardan geldiğimiz için değil, birbirimize iyi gelebilecek potansiyele sahip olduğumuz için bir topluluğuz. Bir Türk dükkânı açıldığı zaman, bu sadece o dükkân sahibinin başarısı değildir. Bu başarı, o kültürün bu ülkede tutunma gücünün bir göstergesidir. Bir genç eğitimine devam etmek için çabaladığında, bu sadece onun bireysel geleceği değildir; o geleceğin ardında o topluluğun sosyolojik değeri vardır.
Göçmen toplumlar güçlenmek için rakip olarak değil, kaynak olarak birbirine bakmalıdır. Biz birbirimizi eleştirmek, sınırlamak, küçültmek için değil; birbirimizi güçlendirmek için var olabiliriz. Her topluluğun içerisindeki en küçük geri bildirim, bir başkasının yol açmasına fırsat olabilir. Bir küçük destek, bir küçük iyi niyet, bir küçük yönlendirme bile bir insanın kaderini değiştirebilir.
Belki de artık şu soruyu içimizde yeniden kurma zamanı geldi:
Biz gerçekten birbirimize kolaylık sağlayan bir topluluk olmak istiyor muyuz? Yoksa birbirini zorlayan döngüleri mi sürdüreceğiz?
Göç bize yeni bir hayat verdi. Yeni bir başlangıç verdi. Yeni bir kültürel alan verdi. Bunu birbirimizi yormak için değil, birbirimizi rahatlatmak için kullanabiliriz. Burası yeni bir ülke, ama aynı zamanda yeni bir dayanışma ihtimali. Bu kez bu ihtimali doğru yönde büyütme gücümüz var.
Çünkü bir toplumun gerçek gücü kimleri susturduğunda değil; kime cesaret verebildiğinde büyür.
Yazar: Nurcan Kıral (Sosyolog, İnsan Odaklı Mentor & Mesleki Gelişim Danışmanı)
Yazar: Nurcan Kıral (Sosyolog, İnsan Odaklı Mentor & Mesleki Gelişim Danışmanı)
(Geçen haftadan devam)
Göçmen topluluklarda yalnızlık, yalnızca dilin kaybı değil; dayanışmanın, duygusal paylaşımın ve birbirini anlama kültürünün de zayıflamasıdır. Diller değişir, ülkeler değişir; ama insanın insana verdiği güven değişmemelidir.
Avustralya’daki Türk toplulukları arasında en belirgin sorunlardan biri, zamanla derinleşen duygusal sessizliktir. Türkçe gibi ayrıntılı, duygusal katmanlar taşıyan bir dilde yetişmiş bireyler, İngilizce’nin sade ve doğrudan yapısı içinde kendilerini eksik hissedebilmektedir. Çünkü Türkçe yalnızca bir iletişim aracı değil, bir düşünme biçimidir. Bu dilin zenginliği duyguların ifade edilmesine alan açar; İngilizce’nin pratik yapısı ise çoğu zaman bu derinliği taşıyamaz. Bu nedenle birçok göçmen, ne tam anlamıyla İngilizceyle kendini anlatabilir ne de Türkçenin duygusal yoğunluğunu yaşayabilir. Sonuç, hem dilsel hem duygusal bir yorgunluktur.
Birinci kuşak Türk göçmenler bu topraklara geldiklerinde ağır koşullarda yaşamış ve hayatlarını dayanıklılık üzerine kurmuşlardır. Ancak zaman içinde bu dayanıklılık, yeni kuşaklarla aralarında görünmez bir duvar örmüştür. Bugün hâlâ birçok genç “yoruldum” dediğinde, karşısındaki büyük kuşaktan “biz sizden çok daha zorluk yaşadık” yanıtını alıyor. Oysa bu cümle bir öğüt değil, bir kopuş yaratıyor. İnsan, kıyasla değil anlayışla güçlenir. Bir kuşağa dokunmayan el, bir sonraki kuşağa da dokunmamayı alışkanlık haline getiriyor. Böylece acıya alışmak bir olgunluk değil, bir kültürel refleks haline geliyor.
Bu alışkanlık, toplum içinde duygusal bir mesafeye dönüşmüş durumda. Kimin nasıl yaşadığı, hangi işi yaptığı, ne kadar kazandığı üzerinden şekillenen görünmez bir rekabet duygusu, insan ilişkilerinin yerini alıyor. Başarı kazanan biri tebrik edilmek yerine eleştiriliyor, yeni bir iş kuran desteklenmek yerine küçümseniyor. Oysa dayanışma, kıyasla değil ortak sevinçle başlar. Bir toplumun ruhunu güçlendiren şey, kimsenin başarısının başkasının gölgesini azaltmaması, tam tersine ışığını çoğaltmasıdır.
Göçmen topluluklarda yalnızlık, yalnızca dilin kaybından değil, duygusal paylaşımın unutulmasından kaynaklanıyor. Birbirine kolaylık vermek, yükü paylaşmak, yargı yerine anlayış göstermek toplumun yeniden canlanmasının anahtarıdır. Kültürel etkinlikler, sanat buluşmaları, kuşaklar arası hikâye paylaşımları bu açıdan yalnızca nostaljik değil, psikolojik bir iyileşme alanıdır. İnsanlar hem kendi kökleriyle hem de birbirleriyle yeniden bağ kurabilir.
Büyük kuşakların yıllar önce yaşadığı zorluklar saygı uyandırsa da, o acıların yeni kuşaklara “ölçü” olarak aktarılması sağlıklı değildir. “Biz neler çektik” cümlesi rehberliğe dönüştüğünde, deneyim bilgelik olur. Acıyı kıyaslamadan anlatmak, dayanıklılığı değil empatiyi güçlendirir. Bu kültürel dönüşüm gerçekleştiğinde, Avustralya’daki Türk toplulukları sadece geçmişleriyle değil, gelecekleriyle de barışabilir.
Bugün yapılması gereken, kökleri unutmadan birbirini anlamaya yeniden başlamaktır. Dilsel farklılıklar empatiyi azaltmamalı; tam tersine çoğaltmalıdır. Çünkü göçmen toplulukların asıl ihtiyacı, geçmişin acılarını yarış haline getirmek değil, onları ortak bir bilgelik diline dönüştürmektir. Geçmişi hatırlamak bir yas değil, bir yeniden doğuş vesilesi olabilir. Yeter ki bu kez geçmiş, yeni kuşaklara yük değil, ışık olsun.
Bir toplum diliyle değil, birbirine verdiği güvenle yaşar. Türkçe’nin derinliğiyle İngilizcenin açıklığı bir araya geldiğinde, ortaya daha geniş, daha insani bir anlayış çıkar. Ve belki de tam o noktada, göçmenliğin yalnızlığı yerini dayanışmanın sessiz huzuruna bırakır.
Özet:
Dil ve kimlik arasındaki kopmaz bağ, göçmenlik deneyiminin merkezinde yer alır. Avustralya’ya yerleşen Türk göçmenler, yeni bir dile ve kültüre uyum sağlamaya çalışırken bir yandan da kendi anadilleri ve gelenekleriyle bağlarını korumaya çabalıyor. Bu süreçte yaşanan dilsel yetersizlik ve kültürel yabancılaşma, bireylerin psikolojik iyilik halini derinden etkiliyor. Bu makale, dil engelleri, sosyal çevre baskıları ve kültürel kimliğin ağırlığının Türk göçmenlerin duygusal dünyasında nasıl izler bıraktığını incelerken, ruh sağlığını korumaya yönelik çözüm önerileri de sunuyor.
Giriş
Göç etmek, bir insanın hayatında dil ve kimlik boyutunda bir fırtına estirir. Türkiye’den binlerce kilometre uzaktaki Avustralya’ya yerleşen Türkler, günlük hayatlarında yalnızca coğrafi değil, aynı zamanda dilsel ve kültürel bir mesafe ile karşı karşıya kalır. 1967 yılında Türkiye ile Avustralya arasında imzalanan göç anlaşmasının ardından, 1966-1971 yılları arasında Avustralya’daki Türkiye doğumlu nüfusun 2.500’den 11.589 kişiye çıktığı kaydedilmiştir; üstelik bu ilk göçmen kuşağı, Avustralya’ya yerleşen ilk geniş Müslüman topluluk olma özelliğini taşıyordu.
Yeni bir ülkede dil engeli ve kültürel farklılıklarla boğuşan bu insanlar için anadili, valize sığdırılamayan bir vatan parçası gibidir. Dil, sadece bir iletişim aracı değil, aynı zamanda kişinin kimliğinin, mizah anlayışının ve dünyaya bakışının taşıyıcısıdır. Nitekim araştırmalar, göçmenlerde eski ve yeni kültür arasında kalma, gelenekleri kaybetme korkusu, sevdiklerinden ayrı olma ve yeni toplumda yabancılık çekme gibi etkenlerin benlik saygısını zedeleyip depresyon ve kaygı riskini artırdığını ortaya koyuyor. İşte bu nedenle, dilini yeterince kullanamamak veya kültürel olarak “dışarıda” kalmak, Türk göçmenlerin ruh halinde derin izler bırakabilmektedir.
Dilsel Yetersizlik ve Duygusal Yabancılaşma
Avustralya’ya yeni gelen bir Türk için dilsel yetersizlik, günlük hayatın her anında hissedilen bir engeldir. İngilizceyi akıcı konuşamamak, basit bir market alışverişinden hastane randevusuna kadar pek çok durumda kendini ifade edememe kaygısı yaratır. Özellikle yetişkin yaşta göç eden ilk kuşak Türkler arasında İngilizce bilgisi yetersiz kalanlar oldukça fazladır. Örneğin, yalnızca Yeni Güney Galler eyaletinde evinde Türkçe konuşan yaklaşık 24 bin kişiden neredeyse beşte biri (%19) İngilizceyi iyi konuşamadığını belirtmektedir.
Yapılan bir araştırma, dil engelinin yarattığı bu durumun ciddi psikolojik etkileri olabileceğini gösteriyor: Memleket özlemiyle birleşen İngilizceye yeterince hâkim olamama ve yeni kültüre uyum güçlüğü, Türk göçmenler arasında yüksek düzeyde duygusal sıkıntıya yol açan başlıca etkenler arasında bulunmuştur. Dilini ifade edemeyen birey, zamanla içine kapanabilir ve çevresinden duygusal olarak kopuk hissetmeye başlayabilir. Kendini tam olarak anlatamamanın getirdiği hayal kırıklığı, özgüven kaybına ve değersizlik duygusuna zemin hazırlayabilir. Sonuçta kişi, etrafındaki dünyaya bir anlamda duvarın ardından bakıyormuş gibi, yalnız ve anlaşılmamış hissedebilir.
Dilsel yetersizlik sadece dış dünyaya uyumu zorlaştırmaz, aynı zamanda duyguların ifadesini de sekteye uğratır. Bir göçmen, sevinci veya hüznü anadilinde yaşar fakat bunları İngilizce ifade etmekte zorlanabilir; bu da duygusal paylaşımın önüne geçer. Örneğin, esprilerinin anlaşılmayacağı düşüncesiyle suskun kalmak veya derin üzüntülerini tercüme edememek, bireyde duygusal bir yabancılaşma yaratır. Avustralya toplumunda kendini “yabancı” ve yalnız hissetmek, birçok Türk göçmen için yaygın bir duygudur.
Konuşacak çok şey olup da dili tutuluyormuş gibi hissetmek, bir süre sonra çevreye karşı duygusal mesafe koyma sonucunu doğurabilir. Bu durum, kişinin sadece Avustralyalılara değil, zaman zaman kendi ailesine ve çocuklarına karşı bile duygusal bir kopukluk yaşamasına neden olabilir (örneğin, İngilizce eğitim alan çocuklarıyla Türkçe iletişim kurmakta zorlanan ebeveynlerin tecrübe ettiği uçurum). Dil engelleri, göçmen bireyin iç dünyasını çevresine kapatmasına yol açarak yalnızlık hissini pekiştirir.
Haftaya devam edecek…
Nurcan Kıral
