Yurtdışına, ilk defa yaklaşık 3 yıl önce bir gönüllülük projesinde yer almak üzere çıktım. Üniversiteden mezun olalı yaklaşık bir yıl olmuştu ve ben de o yılı, birkaç uzun eğitim ve sertifika programıyla değerlendirmeye çalıştım. Ne yapacağımı kesinlikle bilmiyordum geleceğimle alakalı, sadece Avustralya için vize bekliyordum açıkçası. Neredeyse bir yıl sürecek olan vize bekleme aşamasında, bir gönüllülük projesine başvurdum. Romanya’nın Piteşti kentinde bir yaz okulunda, çocuklarla vakit geçirmek ve çoğunlukla ‘kültür paylaşımı’ yapabileceğimiz aktivitelerde bulunmak, projenin ana fikriydi. Bir anda karar verip, ben de katılmalıyım bu projeye derken, işler hızlıca gelişti ve sonuç olarak kendimi Romanya’da buldum. Öncelikle, İngilizce seviyem hakkında bilgi vermek isterim; o zamanlar sadece kendimi tanıtabiliyor, yaş sorabiliyor ya da çok basit günlük aktivitelerden bahsedebiliyor ve oldukça sade konuşmaları anlayabiliyordum. Gönüllü olduğum yaz okulunda, çalıştığım minikler, akıcı ingilizce konuşuyorlardı ve İngilizce konuşmaya dair çoğu püf noktayı onlardan öğrendim diyebilirim. Mesela, yapılmaması gereken en büyük hatayı yapıyordum sürekli… Aklımdan her kelimeyi çevirerek söylemeye çalışıyordum. Özel isimleri bile… Türkiye’nin neresinden geldiğimi sorduklarında, Kuşadası demek yerine ‘birdland’ diyordum. Şaşırıyorlardı. ‘Türkiye’de bir kent ve adı İngilizce’. Sonradan bunun yapılmaması gerektiğini öğrendim; ama epey bir zorlanarak. Şuan çok gülüyorum o günlere ya da dürüstçe ve içim rahat bir şekilde konuşabiliyorum o günler hakkında… Dil öğrenmek benim için bayağı zor geçen bir deneyim oldu aslında… Ve neden?
Romanya’da iki aya yakın kaldım ve tekrar Türkiye’ye geri döndüm. Aynı yıl içinde, kışa doğru Avustralya vizem onaylandı ve ‘Work and Holiday’ vizemle Melbourne’e geldim. Geldim; ama sanırım asıl gelişim buraya, Melbourne’e, bir yıldan fazla sürmüştür diyebilirim, ruhen, kalben ve manen…
Dil öğrenmek bence çok kolay. Dili yapısal ve mantıksal olarak öğrenmek ya da gramerini özümsemek. Benim en çok zorlandığım konu, ‘bir lisan, bir insan ve iki lisan da iki insan’ kısmı. Dil bir bireyin, her şeyi… Yaşayışı, kültürü, aldığı ve verdiği nefes belki. O derece bir’ler, o derece özümsenmişler birbirleri tarafından. Ben, buraya geldiğim ilk zamanlarda, sadece İngilizce ‘nasılsın’ diye sorarken bile, suratımdaki mimikler, ellerimi kullanış şeklim ve hatta ses tonum, o konuşmaya ve gidişatına tersti, ters gibi geliyordu. Olmuyormuş gibi. Aksandan bahsetmiyorum. Mimiklerin kullanılışı, gerekli yerlerde yapılması gereken vurgular çok zorlamıştı beni. Diyordum ki, beni anlamaları ne kadar zor olabilir, aynı şeyi soruyorum onların birbirlerine sordukları. Fakat ben o sırada İngilizce konuştuğumu düşünsem de, vurgularım, mimiklerim ya da tonlamam Türkçe’deki tavrım tamamen. Dolayısıyla, özellikle yeni tanıştığım insanların beni anlamaları çok zor. Ve buradaki ‘chitcat’ dedikleri küçük konuşmalar beni o kadar yormuştu ki… Nedir bu ‘chitchat’, resmi olmayan, gündelik hayattaki ufak konuşmalar; ‘merhaba, nasılsın, haftasonun nasıl geçti, ne yaptın, akşam ne yedin…’ gibi. Bu noktada yaşadıklarım büyük bir kültür şokuydu. Çünkü; bu ufak konuşmaların manasını ve mantığını oturtamıyordum aklımda, bu yüzden de bu kadar basit olan bu iletişim anlarından kendimi çekiyor, ingilizce öğrenişim geride kalıyordu. Mesela bir örnek vereyim, sabah altıda iş başı yapıyorum bir kafede garson olarak, bir çalışma arkadaşım geliyor, nasıl olduğumu soruyor ve ben de iyi olduğumu söylüyorum, benimle iletişime ikinci girişimi, havanın çok güzel olduğuyla alakalı ve kesinlikle bir soru şekli değil, ama yine de benden gereksiz bir kelime, cevap bekliyor, en fazla diyebildiğim şey, evet çok güzel, oluyor, sonraki girişim, dün akşam evde ne yediğini anlatmak ve benim ne yediğimi sormak. İşte bu an benim duraksadığım ve bir cevap bulamadığım an. Konuşmayı bitirdiğim an. Çünkü o anlarda şunu düşünüyordum, neden akşam ne yediğini anlatıyor bana ya da benimkini niye soruyor yüzünde tatlı ve kocaman bir tebessümle, ben zaten hatırlamıyorum ve zaten ‘biz’ de bunu sormayız… İşte, bu ‘biz’ kısmı, ben’im, ve benim benliğim. Biz sormayız, siz sorarsınız ve benim de bu konuşmaları devam ettirebilmem için, sormayı öğrenmem gerek. Sonuçta, birgün geliyor ve ikinci bir ben gelişmeye başlıyor. Zamanla… Artık, ‘akşam ne yedin’ sorusuna duraksamadan ‘I made some tarhana soup, it’s a traditional Turkish recipe..’ yani, geleneksel Türk tarifiyle tarhana çorbası yaptım, diyebiliyorum. Şaşırıyorlar ve senin onlara sormanı bekliyorlar ya da sormasan da anlatıyorlar… Ve bunlara cevap verirken, tonlamalar ve mimikler yerli yerinde olmaya başlıyor. Manasız gelmiyor kulağa artık. Ne size, ne onlara.
Sonuç olarak, bir lisan bir insan ve iki lisan iki insan kesinlikle, diyebiliriz diye düşünüyorum, siz ne düşünüyorsunuz?
Bir dahaki yazımda görüşmek üzere.

Avustralya GündemDecember 16, 2025Trafikten kaçıp şehir otobüsüne bindi
Avustralya GündemDecember 15, 2025NSW’de “Operation Shelter” başlatıldı
Avustralya GündemDecember 14, 2025Toplum lideri saldırıda öldürüldü
Avustralya GündemDecember 14, 2025SALDIRGANLAR BABA VE OĞLU
1
“Müfredatta daha fazla çokkültürlü dil”
2
OKUL OTOBÜSÜ DEVRİLDİ Öğrenciler ağır yaralı
3
MH370 uçağını arama çalışmaları yeniden başlıyor
4
AN0M uygulaması üzerinden 55 kişiye gözaltı
6
Bizim evde suçlu yoktu ama hedef biz olduk
7
Sydney’de bir kreş aniden kapatıldı!
8
On Visiting Türkiye
9
Topluma Çağrı: Bilgi Alın, Hakkınızı Kullanın
10
Victoria’da 72 Saatlik Kabus: 9 Can Kaybı
11
Avustralya basketbolunda ilk! Irkçılığa Tutuklama!
12
İşletmeci Zeynep Uzun Destek Çağrısında
13
YENİ SAYI YAYINDA
14
DÜNYA’DA BU HAFTA Bahar’ın İlk Sayısı
15
E-Bisiklet Faciası: Bir Çocuk Hayatını Kaybetti