Barış Ünlü’nün başlıktaki adla basılan kitabını tanıtmayı bu hafta da sürdürüyorum. Daha önce hiçbir kitabı iki hafta üst üste tanıttığımı anımsamıyorum. Belki 3. bir tanıtma yazısını bile hak ediyor. Hem ele aldığı konu anlamında hem tam da günümüzü, Türkiye’yi, toplumu ve çoğu şeyin geri plandaki karşılıklarını ortaya faş ettiği için.
Ayrıca tam anlamıyla ışığı gözümüze tutuyor ki aydınlığa çıkmayan, konuşulmayan bir şey kalmasın istiyor. Çünkü bugünkü akıl sağlığını bozan Türkiye ortamında tam da istenen ve yapılmaya çalışılan bu, yani her şeyin gizli kalması, hiçbir şeyin açıklığa çıkmaması ve devlet mekanizmasının her şeye ve her düşünceye ket vurması, tam bir kontrol mekanizması sağlamasıdır.
Tabii tüm bunlar muazzam bir baskı ve insan aklıyla oynanmasıyla, bilinen insanların bile akla zarar şeyleri nasıl olur da ortaya koymasıyla oluyor. Sadece bir örnek, Perinçek’in bile bugünün ortamında ‘nasıl olur fikir özgürlüğü, tabii ki olamaz bu ortamda’ demesinde ayyuka çıktığı gibi.
Ortam dediği, nasıl olur da insanların, kurumların savaşa karşı geldiği, savaş olmasın istemini söylemesi! Tam da bu noktada bu söylemlerin nasıl olur da, sadece bir fikir jimnastiği, söylem/kavram olarak kitaba konu olan Türklük sözleşmesi diye adlandırıldığı ve bunun arkasından gelenlerin anlatıldığıdır. Yoksa böyle bir antlaşma da yoktur, böyle bir kayıt da yoktur. Tarihsel anlamda birçok yazar, düşünür ve kurumun yüzyıllardır söyleyegeldiği tanım ve benzetmelerin toplamıdır.
Bu toplamın özeti, sonuçta bu söylemle anlatılıyor topluca. Ve bu söyleme, sözleşmeye uymamanın tarihsel olarak hangi çağda, hangi olaylarla ve sistem ve yollarla uygulamaya konduğu ve uygulama alanı bulduğuyla ilintilidir.
Uygulama alanı ve söz konusu dil ve kültürler, Türklük söyleminin (sözleşmesinin) dışında kalanlardır. Bunların başında Kürt ve Kürtlük, Ermeni ve Ermenilik, Yahudilik ve daha başka unsurlar ve diller geliyor.
Konu bu olunca sol düşünceli, Marksist kökenli yazar ve düşünürlerin bile başka türlü düşünmediğini, kendilerini kısıtladıklarını, hatta baskı uyguladıklarını ya da baskılar altında davrandıkları ortaya çıkıyor ve örnekleriyle açıklanıyor. Türk olup da bu sözleşmenin dışında davrananların nasıl bir uygulamayla karşılaştıklarını ve nasıl cezalandırıldıkları belirtiliyor. Çünkü sözleşmeye uymanın getirdiği yararlar ve çıkarlar olduğu gibi cezalar ve yıldırmalar, korkutmalar ve öldürmeler de var.
Gösterilen ve açıklanan örneklerin başında İsmail Beşikçi, Hrant Dink, Barış İçin Akademisyenler’in ‘Bu suça ortak olmayacağız’ bildirisi var. Bu kitabın yayımlanmasından sonra ortaya çıkan benzeri örneklerden birisi de Türk Tabipler Birliği’nin savaş karşıtı bildirisi ve sonucunda ortaya çıkan kimi yasal kurumların adındaki ‘Türk’ ya da ‘Türkiye’ adlarının kullanılıp kullanılamayacağı tartışmalarıdır. Yazarın vurguladığı başka bir olgu da, bu sözleşmenin özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden sonra CHP’nin de katıldığı ancak HDP’nin çağrılmadığı ‘Demokrasi ve Şehitler Mitingi’nin olduğudur. Böylece mitinde sağlandığı söylenen ‘milli mutabakat’ın esasen bir Türklük mutabakatının olduğudur. Hemen ardından HDP’nin eş genel başkanlarının, çok sayıda milletvekilinin ve belediye başkanlarının tutuklanması ve bunların yoğun bir sessizlikle izlenmesi vurgulanıyor.
Yazarın son bölümlerde açıkladığı kadarıyla ‘yeni bir devlet kurmaya çalışan AKP iktidarının meşruiyetinin ise yok denecek kadar azlığı’ ve bunun alınan oy çokluğuyla ilintili olmadığıdır. Yargının, eğitimin, yazılı ve görsel basının, hatta sağlık alanlarının tümüyle hükümetin kontrolünde olmasının, demokratik meşruiyetinin asıl kaynağının, harekete ‘destek verenlerin’ değil de ‘destek vermeyenlerle’ ölçüldüğünü iddia etmektedir. Diğer bir deyimle, aldığın oyla ya da seni destekleyeni koruduğun gibi, sana oy vermeyenlerin de vatandaş olarak değerlendirilip öyle bakılmasıyla ilintili olduğu gerçeği var burada.
Yazarın kendisiyle ilgili başka bir kuşkusunun, bu sözleşmeyle iktidarın entelektüel meşruiyetini de yitirmesidir. Demektedir ki ‘…öyle ki, AKP iktidarına en ufak bir destek veren herhangi bir aydın, bütün saygınlığını anında yitiriyor ve bir daha entelektüel dünya tarafından ciddiye alın(a)mıyor’.
Olagelen, Türk olsun da ne ve nasıl olursa olsun? İster günde bir kadını öldürür, ister birkaç çocuğa tecavüz eder fark etmez. Ve aslında korunanın bunlar olduğu görülüyor, tüm insanlık hakları bir tarafa atılarak.
Son paragraflarda özetle ortaya koyulduğu gibi ‘Farkına varılmaksızın düşünceyi belirleyen faktörlerin farkına varılması, belirleyici faktörlerden kısmi bir kurtuluşu beraberinde getirdi ve düşünülebilir olan üzerindeki kısıtları kısmen kaldırdı… Ortamın entelektüel anlamda özgürleşmesini sağlayabildi’ denmektedir.
Bu kitabı mutlaka okumanız dileğiyle…