Türkiye’de haber bol, olay bol ve profesyonel gazetecilerin bile yetişemeyeceği denli bir malzeme var, kriz var, ya da ‘ufacık bir sıkıntı’ var. Olacak bu kadar! Yani her ülkede üç aşağı beş yukarı benzeri şeyler vardır, olabilir.
Fazlasıyla var olan bir durum daha var, o da, haber olan bir ‘haber’ i, haberleştirenlerin hemen ,behemahal, hiç zaman kaybettirmeden hemen soruşturulduğu, içeri alındığı ve derdest edildiği hali. Yani, asıl habere konu olan olay ve arkasındaki nedenler, yöneticilerin çözmesi gereken unsurlar yok, sadece bu haberi veren haberciler, öyleyse gelsin ‘adaletin kılıcı’! İstenen de bu olsa gerek, biz neye haber dersek o haberdir mantığı!
Bu öyle çok yönlü bir kılıç ki, mazallah zülfikar, yanında kıl testere kalır!
Bunlardan bazıları; çocuğuna okul pantolonu alamadığı için intihar eden bir babanın haberi, Rize’de çınar ağacını kesme ve 3. Havaalanı işçilerinin isteklerini haberleştirme, ve daha başkaları…
Zaten Türkiye Gazeteciler Sendikası da; hükümetin internet haberciliği konusundaki yeni düzenleme ve fişlemeyle, ifade özgürlüğünün tamamıyla yok edileceğini belirterek bunun sansürü daha da olanaklı kılacağını, denetim ve gözetlemenin arttırılarak otosansürü genişleteciğini ve hızla tek sesli hale gelen radyo ve tv yayınlarıyla zaten katılaşan yayın ve uygulamalarla muhalif medya üstünde baskı kurulmak istendiğinden bahsetmektedir.
Tam da bunlar olurken şimdilerde okuduğum Sabahattin Ali’nin ‘Mahkemelerde, belgeler’ kitabında 1931- 47 arasında anlatılanlarla ne kadar da bir benzerlik var! S. Ali ,kısa ve dolu yaşamında ve o dönemde kendi başına getirilenleri adeta bugünün kıyıcılarına ve devlet erkinin, sürekli var olan (edilen, desteklenen) muhbir ve gizli-açık tanıkların yüzüne çarpıyor. Burada (yani İzmir’de) tv tartışmalarında karşılaştığım kimi konuşmacıların bağırarak, karşılarındaki biraz farklı düşünenlere nasıl da küheylan gibi şakıdıklarını ve devletin kuyrukçuluğuna sığındıklarını izlemenin ne menem bir işkence olduğunu (üç beş dakika da olsa) herhalde tahmin edersiniz.
Bu kitapta ilginç gelen ama bugünkü uygulamalarla iyice ayyuka çıkan ‘bilirkişi’ namlı kişi ve kişiciklerin de nasıl görevlerini huşu (!) içinde yaptıkları ve devlete yaranma çabaları içinde oldukları öne çıkıyor.
Bunlardan biri, Reşat Nuri Güntekin ama o, yine de olgun ve onurlu bir duruş sergileyerek, ‘Kuyucaklı Yusuf’daki tırmıklanan birkaç cümledeki ‘aile ve askerlik kurumuna’ yapıldığı iddia edilen karalama ve soğutmanın ne denli ahmakça kaldığını belirtmeden geçemiyor. Üstelik, böyle olmayan yapıtların (nasıl Avrupa’da) roman bile olamayacağını ve olması gerekenin eleştiri ve tüm hatlarıyla tasvir edilmesindeki yararları ekliyerek ‘başka türlüsünün ileri memleketlerde hiç bir zaman akla gelmediğini’ belirtiyor. Ayrıca ekleyerek ‘ aileyi,kadını, polisi, mektebi, belediyeyi bu tenkitlerden muaf tutalım demenin bu nevi roman yazılmasın ve her ne ki müssese örf ve adet ve kanun olarak mevcuttur onların methüsenasına ait riyakar, sahte, sanatsız bir roman tarzı alıp yürüsün demekle müsavidir kanaatindeyim’ demektedir. Sonunda da ‘…bu eser yüzümüzü ağartacak bir sanat eseridir’ diyerek noktayı koyuyor.
Evet biraz Osmanlıca var bu açıklamada ama birçoğumuz umarım anlamıştır denenlerden.
İşin öbür tarafından bakıldığında, muhbir sırasında (ne yazık ki) Cemal Kutay da var! Ve daha başkaları…
Devletin çok sağlam (!) bir desturu var ki Cumhuriyet tarihimize kazınmış durumda. Kimse kusura bakmasın ama nerede bir yeni fikir, yeni bir düşünce ve insanlığı kucaklayan bir açılım, tutarlılık, ilerici bir duruş varsa hiç şaşmıyor. Aklı başında yazar ve düşünür, şair, sanatçı neredeyse devletten tokat yemeyen hiç kimse yok. Varsa da işte zamane Yavuz Bingöl örneğindeki gibi yalaka sanatçı ve saray düşkünleri gibi sırada rollerini oynuyorlar. Bunların benzerleri maşaallah her devirde hazır ve nazırdırlar.
Aslında insanlar sadece Sabahattin Ali’yi okusalar bugünleri anlayacak durumlara varabilirler. Ama zaten okumanın da sonlarına geliyor ülke, gelinen kağıt zammı ve denetimlerle, sansür uygulamalarıyla, haberci avlamalarıyla… Ülke bir atlamanın peşinde ama bu seferki başka bir atlama gibime geliyor.
Bir de kimi zındıklar (!) salt dolar yükseldi değil de , illa Türk lirası değer kaybetti demiyorlar mı, işte zurnanın zırt dediği yer bu olsa gerek.
S.Ali, içeri düştüğünde annesi ve ablasına bakmakla yükümlü olduğunu ve Almanca ders vererek dilekçeler vererek ‘onları sefaletin en feciine düşmekten kurtulacakları’ bir durum yaratmaya çabalar ve kendisinin açlık ve sefaletinden bahseder yüce katlara.
Yine de aklı, ülkesinin ilerlemesi için meşguldur ve bu konuda “tam bir demokrasi için, on sekiz milyonun her birinin siyasi bakımdan aktif hale gelmesi, memleketin idaresine doğrudan doğruya karışması, teba halinden vatandaş haline yükselmesi şeklinde anladığım bir demokrasi…” diye de formül gibi belirtir o zaman.
Ülke, bir kıdımlık ta olsa ‘vatandaş’ olma hallerinden nasıl da son yıllarda hızla ‘teba’ haline geldi, yani tüm yöneticilere ne kadar teşekkür edilse azdır!