Bir zaman önce bu yazıyı yazacağımı belirtmiştim, demek şimdi yazma sırasıymış. Çivisi çıkan ve aklını kaybeden liderler dünyasından, ülkelerin halinden ve içinden çıkılmaz sorunlardan bunalan ortam, her zaman tercih ettiğim anlamda gelip kitaplarla buluşturuyor beni. Şahsen bu buluşmalar bana çok şeyler katıyor.
İşte, Ruken Kızıler’in editörlüğünde yayımlanma şansı bulan “Leylim leylim; Ahmed Arif’ten Leyla Erbil’e mektuplar, 1954-1959 ve 1977’de son bir mektup” adlı bu kitap son yıllarda okuduğum en çarpıcı ve anlamlı kitaplardan biri.
Büyük bir şair ve yazarın mektupları (burada tek taraflı da olsa) mutlaka ilginç olsa gerekti ve de fazlasıyla öyle oldu. Birinci basımı 2013’de yapılan bu kitap, aldığımda 21. Basımını yapmıştı 2017’de.
Başlarda bu kitabın nasıl yayımlanabildiği noktasında açıklamalar arsında şu dizeler sanırım genel bir anlam ifade eder:” Leyla Hanım bu mektupları neden yayımlamak istedi? Onun amacını duraksamadan yazabilirim: Gerçeğe bağlılık. Aynı zamanda yalnızca halkına inanmış, bunun için büyük bedeller ödemiş ve değeri yeterince bilinmemiş bu büyük şairin unutulmaması için bir çabaydı bu mektuplar. Tek bir şiir kitabıyla yalnızca edebiyat tarihine değil, siyasi tarihimize de mal olmuş Ahmed Arif’in, aydın olarak yaşadığı acılar (‘Türk siyasi Tarihi’nin işkence görme rekorunu kıracak kadar zulüm görmeme budur sebep!’; s.137’deki mektubundan) onu çok etkilemişti. Süren davaları, hakkında verilen sürgün kararı, öte yanda büyüyüp serpilen şiirleri. Ahmed Arif’in yaşamından önemli bir kesit sunuyordu bu mektuplar ve yayımlanmalıydı.”
Bu kitap ve anlatılanlar, aslında Türkiye’nin yazar ve çizer dünyasında, namuslu kalanlar anlamında tarihe düşülen bir zulüm ve ceberut sistemin özeti. Bir şeyler söylemek isteyen ve bunu yazıya, çizgiye döken düşünür, gazeteci, yazar ve şair tayfasının yolu hep hapishaneye düşmüştür, işkence görmese bile yaşamı alt üst edilmiştir, yoksulluk çektirtilmiştir ve neredeyse normal insanlık hakları (yemek, içmek, çoluk çocuğun rızkını sağlamak) elinden alınmıştır. Çoğu başka işleri yapmak zorunda bırakılmıştır.
Ahmed Arif bir yerde, artık silahla gezdiğini ima edip, karşısına gelenlerin, onun canını almak isteyenleri de aynı akıbete uğratabileceğini yazıyor. Düşünebiliyor musunuz nasıl bir can derdidir bu, sistemin nasıl bir cana kıyma deliliğidir. Suçu nedir. Büyüktür suçu, şiir yazmak, dergilere yazı göndermektir, bunlardan daha büyük suç var mıdır?
Böyle bir can pazarında birçok büyük yazar ve şair gibi, Ahmed Arif de büyük düşünmek, güzel ve edebiyatta yer edecek şiirler yazacaktır inadına. İşte böyle bir cendereden, böylesi bir can adam, böylesi yürekli bir adam çıkmıştır.
Edebiyat dünyasının, neredeyse kendi tanıdığı ya da bildiği arkadaşlarının, editörlerin kendi yazdıklarını nasıl kuşa çevirdiğini de görecektir, bu mektuplarla bunu haykıracaktır. Öylesine durumlarla karşılaşır ki, neredeyse kendi yazdıklarını tanıyamaz. Ama ne yapsın, eli kolu bağlıdır, sürgündür, davaları vardır, içeridedir…! Bir yerde ‘.. Adını vermeyeyim. Birisine şiirleri verdim, kitap çıkacak, ama iki yıl bekletti. Her yere gitti o kitap. Biliyorum. En son Şevket Süreyya’nın sansüründen geçti. Ama olumlu rapor geldi. Bunlar öyle şey ki bütün Türkiye duyuyor, anlatıyor, en son ben duyuyorum. Yayıncılar, editörler, şaşılacak şey, röntgen gibi biliyorlar birbirlerini…’ Sonraki kısımda adını vermeyeyim dediği kişinin Bilgi Yayınevi’nin sahibi Ahmet Küflü’nün olduğu açıklanıyor.
İşin ilginç tarafı, Leyla Erbil’e göre, ‘onun tarafında aşk yoktu, yalnızca dostluk vardı’. Kitapta bahsedilen başka bir ilginç nokta da Leyla Hanım’ın mektuplarının bulunamaması.
Bu mektuplarda sadece iki yazın insanının yaşamı yok, ülke ve dünyanın halleri de var. Ülkenin içinde bulunduğu kıskaç, yönetimlerin baskıcı ve faşizan tavırları, yasaların her şeyi kıskaç altına alması, ülkenin can damarlarının, kültür kırıntılarının üstünden buldozerle geçilmesi ve dillerden düşmeyen o hep demokrasiye geçiyoruz teranesi var.
Bu yazıyı hazırlarken karşılaştığım başka bir ilginç noktanın, Ahmed Arif’in, şahsen tanımadığı bir kişiye yazdığı bir mektup olayıydı. O da Cezayir’li kadın gerilla Cemile Buhayrad’a yazdığı mektuptu. Bu kadın idama mahkûm edilir ama sömürgeci Fransa, dünyanın pek çok yerinden gelen destekle idam edemez.
Belki başka bir yazıda bundan bahsederim kim bilir?
Ahmed Arif’i bilmeden, onun ‘Hasretinden Prangalar Eskittim’ini okumadan olmaz. Şiir nedir, nasıldır biraz böyle anlaşılır sanırım.