Emrah Yağlı – HAVYAR-SOMUN

ABONE OL
September 25, 2018 03:46
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Merhaba değerli Dünya okuyucuları. Türkiye’nin yaza vedaya hazırlanıp bizim, Avustralya’da yaza yavaş yavaş merhaba dediğimiz bu günlerde iki ülke adınada oldukça hareketli bir dönem geçirdik.
Türkiye’deki ekonomik iniş çıkışlar, Avustralya’nın politik hayatındaki değişimler derken bir baktık ki takip ederken biz yorulmuşuz ama gündem yorulmamış, işlemeye devam ediyor. Düzen, çark böyle kurulmuş. Bir nevi devir daim. Her zaman inişler, çıkışlar, her zaman iyi kötü, her zaman umut umutsuzluk ülkelerde, insanlarda yüz yıllardır bu şekilde gelmiş, gidiyor.
Bir insan ömrünün ortalama yetmiş seksen yıl olduğunu düşünürsek neleri sığdırabileceğini bu zamana hayal etmek bile zor. Kimileri doğduğu günden başlıyor tadını çıkararak yaşamaya hayat denen bu uzun yolculuğun, kimisi de ne olduğunu anlamadan göçüp gidiyor.
Nerede nasıl başladığınız önemli bir öğe yaşamaya. Ülke olarak, iklim olarak, kültür olarak. Nasıl bir ülkede, nasıl bir ailede, hangi şartlarda doğduğunuzda tabi.
Bana göre bu maratona hiç bir şekilde hiç bir koşulda hiçbir iklimde coğrafyada eşit şartlarda başlamıyor İnsanoğlu. Amerika’da bilmem ne adasında, denize nazır bir villada milyoner bir ailede dünyaya gelenle, Somali’de doğduğuna pişman olacak şekilde yeryüzündeki yerini alan bir değil. Biri yani Somali’deki hayata beş sıfır yenik başlarken, diğeri hayatı boyunca Somali’nin varlığını öğrenmeye gerek duymayacak şekilde galip hayata karşı.
Biri zengin biri fakir, biri zenci, biri beyaz, biri uzun biri kısa, farklılıkların yüzlerce çeşidini sıralayabiliriz. Herkes, her ırk, her millet farklı. Bütün bu farklılıkların içinde insanın kişiliğinin gelişmesi de, içinde bulunduğu şartlarla orantılı oluyor.
Örneğin, çoğunluğu müzikle, sanatla, sporla uğraşan bireylerin oluşturduğu bir mahallede büyüyen, yetişen bir çocukla, akşamları evine öyle ya da böyle ekmek götürmek zorunda olanların, yanı sporu polisten zabıtadan kaçarken, sanatı bul karayı al parayı tezgahında yapıp, müziği en açılışından dinleyenlerin oluşturduğu mahallenin şartları elbette farklı oluyor.
Kişilik gelişimi de hayattan korkmakla, zevk almak arasında böyle yol alıyor bana göre. Mutlu, mutsuz, iyi, kötü, başarılı başarısız olunması da bir sürü öğenin bir araya gelişiyle ortaya çıkıyor. Öyle ya da böyle büyüyor, yaşıyor, ölüyor insanoğlu.
Bazen en kötü şartlarda yaşayıp, gökteki güneşten, yerdeki karıncadan mutlu oluyor, bazen saraylarda bin beş yüz hizmetkarla mutsuz oluyor. Ne yaparsak kendimiz yapıyoruz.
Bir bebeğin dünyaya geliş detaylarına bakacak olursak yani biyolojik olarak, şanslı bünyeden gelen kromozomları yakalayanımız sayılıdır. O yüzden hayata başladıktan sonra sonra kendimiz kendimize ruhen zenginlik, fakirlik veririz. Maddi durumu dolayısıyla ömür boyu kahredip, şikayet edenle, aynı durumda hayata farklı bakıp iyi yönlerini görmeye çalışan arasındaki büyük uçurum buradan kaynaklanıyor bence.
Valla sonuçta ölmüyor muyuz öyle böyle yaşa gitsin demiyorum ama, her şeyi hastalık derecesinde kafaya takana da rahat nefes alıyor musun diye sormak gerekir diye düşünüyorum. Komplekslerinin esiri olarak hayatı kendine zehir edenlere etraflarına bakıp haline şükretmeyi tavsiye etmekte fayda var diyorum.
Milyonlarca paranın içinde yüzüp, hayatını her gün kan alarak, oksijen tüpüne bağlı yaşayanla, çöpten kağıt toplayıp satarak hayatını kazanıp her gün çorbayla karnını doyuran ama ruhu da sağlığı da sağlam olandan hangisi zengin sizce?
Bu yazdıklarımla kadercilik ya da vurdumduymazlık yapmak değil amacım ama bazen insan kendi çıkmazını ve karamsarlığını kendi yaratıyor. İngilizlerin ‘simple life-basit sade hayat’ dedikleri şey bize her ne kadar uymasa da aslında sosyal devlet güvencesi olan toplumlarda çok yaygın. Sabit gelirle sabit bir hayat. Zengin olma kaygısı yok, mülkiyetçilik yok, kendini hırsa kaptırma yok. Çalıştığın kadar ye, iç, yaşa.
Milyarlarca insanın ortak paydası barınma ve doyma ihtiyaçları aslında söylenirken çok kolay uygulamada problem çıkıyor. Havyarla, somun ekmek arasındaki büyük uçurum insanoğlunun tüm dengesini alt üst ediyor.
Ülkeler arasındaki güç kavgalarından tutun, çekirdek aileye kadar hep aynı sorun. Daha fazlası isteği. Her şeyin daha fazlası. Gücün, paranın, zevkin, lüksün daha fazlası. Şartlarına göre daha fazlası. Afrika’da günde yarım ekmek yiyebilenin hayali, isteği yarım ekmek yerine tüm ekmek yiyebilmek, Avrupa’da geliri ayda bir milyon Euro olanın hayali şampanyasını uzay gemisinde içmek.
Yani insanoğlunun fıtratı hep fazlası. Kafamızda hep daha rahat, daha refah bir hayat standardı, zenginlik. Özellikle bizim gibi dar gelirliliğin babadan oğula geçtiği coğrafyalarda yaşayanların hayatla ilgili gelecek ve yarın aç kalır mıyım korkusu yiyip bitiriyor bizi. Karnımız doyunca da niye daha fazlası benim değil rahatsızlığı başlıyor. Kendimizle kavga ederken geçip giden ömrümüze baktığımızda, geride bıraktığımız bir yığın yaşanmamışlık. Sevginin, paylaşımın, dostluğun, saygının, iyiliğin, güzelliğin yaşanmamışlığı.
Hep daha fazlasını elde edelim derken unuttuğumuz değerlerin yaşanmamışlığı. Sona doğru yaklaşırken şimdiki aklım olsaydı, ah keşke gibi cümlelerin hayatımızda daha fazla yer alması hep bundandır.
Giderek bencilleşen, kalp duvarını betonla ören, her şeyini çıkara, maddiyata indirgeyen, duygusuz, hırslı, kibirli, yerine göre acımasız varlıklar olmaya başladık.
Eğer abarttığımı düşünüyorsanız şöyle bir etrafınıza bakın. Kaç kişi candan, gönülden gülerek dolaşıyor etrafınızda, kaç kişi suratsız, kibirli, mutsuz. Öyle bir kaptırmışız ki kendimizi bizi esir alan önceliklerimizi, asıl bizi var eden insanlığımızı, sevecenliğimizi yitirmişiz neredeyse tamamen.
Elbette insanın geleceğe yönelik planı program olmalı. Elbette kendine, ailesine iyi bir hayat yaşatmak için normal şartlarda çalışıp çabalamalı. Ama her şeyden önce her sabah kalktığında mutlu olmak için bir sebebi olmalı. Her sabah kalkabilmek mesela, sağlıkla sıhhatle kimseye muhtaç olmadan. Gerisi bir şekilde gelir. Yeter ki her şeyden önce insan olduğumuzu unutmayalım. Dostça kalın…

En az 10 karakter gerekli