MAHALLE BASKISI
Birlikte Yaşamın Görünmeyen Sınırları
Göçmenlik bazen insanın sadece evini değil, alışkanlıklarını, duygularını, kendini anlama biçimini bile yeniden kurduğu bir süreçtir. Yeni bir ülkede var olmak; dili yeniden öğrenmek, kültürü yeniden yorumlamak, kendine yeni sosyal alanlar açmak demektir. Avustralya’ya gelen birçok Türk için bu yolculuk, sadece Avustralyalılarla değil; kendi topluluğuyla yeniden ilişki kurmayı da içerir. İlginç biçimde, kendi insanına en yakın olan alan bazen en karmaşık olan alana dönüşebilir. Çünkü Türkiye’den taşıdığımız bir kavram, burada sessizce varlığını sürdürüyor: Mahalle Baskısı.
Şerif Mardin’in kavramsallaştırmasında mahalle baskısı, toplumun hukuk dışı ama duygu içinde işleyen görünmez sosyal kontrol mekanizmasıdır. Yasayla değil; bakışla, imayla, sessizlikle, beklentiyle işler. Bu baskı insanı doğrudan cezalandırmaz; fakat “yanlış anlaşılma ihtimali” yüzünden insanı kendi içine doğrultur. Göçmen hayatında bu durum daha da belirginleşir. İnsan hem yeni toplumda kendini konumlandırmaya çalışırken hem de kendi topluluğu içinde doğru anlaşılma çabası taşır. Bir yandan iki dünya arasında esner, bir yandan her iki dünyanın da beklentilerinden etkilenir.
Avustralya’daki Türk topluluklarında mahalle baskısı çoğu zaman kendini açık sözlü eleştirilerle değil, sessiz mesafelerle gösterir. Bazen bir dükkânda, bazen bir sosyal medya yorumunda, bazen bir sohbetin akışında… İnsan kendini izleniyormuş gibi hisseder. Bu his, bireyin topluluğun içinde tam olarak açılmasını, gerçek sesini duyurmasını, duygularını paylaşmasını zorlaştırır. Böylece topluluk içinde doğal olması gereken güven alanı, yerini görünmez duvarlara bırakır.
Fakat mesele sadece baskının var olması değil; bu baskının fark edilmeden normalleştirilmesidir. “Biz de böyle gördük, siz de böyle görürsünüz” yaklaşımı göçmen topluluklarda en çok bu noktada ortaya çıkar. Eski kuşakların yaşadığı güçlükler, yeni kuşağın da yaşaması gereken bir “zorunlu tecrübe” gibi sunulur. Bu yaklaşım, dayanışmayı büyütmek yerine, bir çeşit duygusal yorulmayı besler. Halbuki sağlıklı toplumlar kendi acısını sonraki kuşağa aktarmak yerine, kendi bilgisini aktarır. Zorluklar aktarılmaz; çözüm yolları aktarılır. Ağırlık değil; el vermek aktarılır.
Burada esas soru şudur: Göçmen topluluk olarak biz; birbirimizi kolaylaştıran bir kültür mü kurmak istiyoruz, yoksa zorlaştıran bir döngüyü mü devam ettirmek istiyoruz?
Mahalle baskısı, toplumu içten içe ayrıştıran bir etki yaratır. Aynı dili konuşan, aynı sofrada büyümüş, aynı kültürün içinden gelen insanları bile birbirinden uzaklaştırabilir. Kişi kendi topluluğu içinde kendini rahat hissedemezse, bulunduğu ülkeyle sağlıklı uyum kurması da zorlaşır. Bu yüzden göçmen toplumlarının sürdürülebilir geleceği topluluk içi güven alanı kurmaktan geçer. Güven alanı, yargının değil; anlayışın olduğu yerdir. Kıyasın değil; ilhamın olduğu yerdir. Kapanmanın değil; birbirine alan açmanın olduğu yerdir.
Avustralya, kültürel çeşitliliğin güçlü olduğu bir ülke. Fakat kültürel çeşitlilik yalnızca farklı kültürlerin yan yana durmasıyla değil; birbirini beslemesiyle anlam kazanır. Biz burada sadece aynı topraklardan geldiğimiz için değil, birbirimize iyi gelebilecek potansiyele sahip olduğumuz için bir topluluğuz. Bir Türk dükkânı açıldığı zaman, bu sadece o dükkân sahibinin başarısı değildir. Bu başarı, o kültürün bu ülkede tutunma gücünün bir göstergesidir. Bir genç eğitimine devam etmek için çabaladığında, bu sadece onun bireysel geleceği değildir; o geleceğin ardında o topluluğun sosyolojik değeri vardır.
Göçmen toplumlar güçlenmek için rakip olarak değil, kaynak olarak birbirine bakmalıdır. Biz birbirimizi eleştirmek, sınırlamak, küçültmek için değil; birbirimizi güçlendirmek için var olabiliriz. Her topluluğun içerisindeki en küçük geri bildirim, bir başkasının yol açmasına fırsat olabilir. Bir küçük destek, bir küçük iyi niyet, bir küçük yönlendirme bile bir insanın kaderini değiştirebilir.
Belki de artık şu soruyu içimizde yeniden kurma zamanı geldi:
Biz gerçekten birbirimize kolaylık sağlayan bir topluluk olmak istiyor muyuz? Yoksa birbirini zorlayan döngüleri mi sürdüreceğiz?
Göç bize yeni bir hayat verdi. Yeni bir başlangıç verdi. Yeni bir kültürel alan verdi. Bunu birbirimizi yormak için değil, birbirimizi rahatlatmak için kullanabiliriz. Burası yeni bir ülke, ama aynı zamanda yeni bir dayanışma ihtimali. Bu kez bu ihtimali doğru yönde büyütme gücümüz var.
Çünkü bir toplumun gerçek gücü kimleri susturduğunda değil; kime cesaret verebildiğinde büyür.
Yazar: Nurcan Kıral (Sosyolog, İnsan Odaklı Mentor & Mesleki Gelişim Danışmanı)